Edinburgh. İskoçya. Yıl 1951.
Köşeler, köşe başları, köşe taşları ve kavşaklar.
Eskiden hepsini ortak bir paydaya toplamaya çalışır, sonra beceremezdim çünkü bunlar çok farklı şeyler gibi gelirdi. Zaten aynı olsalar isimleri de aynı olurdu diye düşünmekten kendimi alamıyordum fakat hepsi aynı şeymiş. Bugün görüyordum.
Bir köşe dediğimiz şey yoldan çıkma çağrısı, keskin bir çelişki ya da bakış açınızı değiştirmenizi gerektiren bir nokta olabilirdi. Köşeyi döndüğünüz zaman ya zengin olurdunuz, ya aradığınız yeri bulurdunuz ya da çıkmaz bir sokağa girerdiniz. Bu köşeyi dönme deyimindeki köşe, bir kavşak da olabilir, bir tanecik taş da, sadece kuytu bir sokak köşesi de.
Ancak gördüm ki insanlar hangi köşe olursa olsun, nereye çıkacağını bilmedikleri bir sapağa geldiklerinde duraksıyorlar. İşte en büyüğünden en küçüğüne bütün köşelerin toplandıkları ortak payda bu. Bir köşe, herkesin "Bu noktadan sonra ne yapacağım? Bu yol nereye çıkar?" diye düşündüğü nokta.
Bu hikaye binlerce köşede durup her birinde nereye sapacağına karar vermekle ilgili. Genel olarak, köşeler ve birkaç nota ile ilgili.
Edinburgh'un da işte böyle sonsuz sayıda kuytu köşesi vardı. Her bir köşede insanlar durup birbirlerine sözler vermiş, birbirlerini kandırmış, birbirlerini sevmişti. Her bir iş sona erdikten sonra, o köşeler terk edilirdi. Bir sonraki eyleme kadar, boş kalırlardı.
1951 kışı erken başlamıştı. Ve Edinburgh'un yine günün birinde boşalacağını öngörebileceğiniz bir köşesinde, kilise çanı altı kere vuralı on sekiz dakika olan bir akşamüstü, bir restoranın tozlu camının kenarında Kim Namjoon adında bir kimse olarak varlığımı sürdürüyordum. Edith'i bekleyiş içerisinde olmam gerekirdi fakat kaldırımda beş taş oynayan çocuklara ve onların bağcıklı ayakkabılarına epey dalmıştım. Yanağımı masanın üstünde çaprazladığım kollarıma dayadım.
Paşa tasıyla taşa taşa beş tas has üzüm hoşafı... Ah! Taşların birini düşürdü çocuk. Sırası geçti. Kaybetti.
Çocuklar kaybeder mi? Kaybetmenin anlamını bilirler mi?
Diğer çocuğun sırası. Paşa tasıyla taşa taşa beş tas- İşte o da kaybetti. Nasıl da ağlıyor. Mızmız. Sadece bir oyun kaybetti oysa. Çocuklar için önemi olan tek kayıplar oyunlarda olanlar olmalı. Hayat kayıpları sayılmaz. Zaman kayıpları da. Bunların anlamını bilmezler ki. Çocukken sadece oyun kayıpları sizi ağlatır.
Ne keyifli!
Sonra bazı istisnalar düşündüm aklıma esiveren imgeler dolayısıyla. Kendi kendimi saniyesinde haksız çıkardım.
Hayat kayıpları çocukları ağlatır gerçi. Sarı saçlı çocuk. O güzel çocuk. 15'inde babasıyla beraber askerlerin olduğu o trene bindi de gelirken Edinburgh'un en ünlü çalgı yapımcısının cesedini taşıdı sırtında, kim bilir derdi neydi. Çocuklar cesetlerin bile üstü açık yatmasına kıyamaz demek ki. Geldiğinde çok ağladı, kimse görmesin istedi ama gördüm ben. Dev gibi bir adamın naaşını çarşıda bir sokağa sakladı da kaçtı sonra. Kaçarken hüngür hüngür ağladı. Burnu aktı. Koluna sildi. Gözlerini de koluna sildi. Oraya o cesedi kimin bıraktığını kimse görmesin diye koşa koşa kaçtı, fakat severdi de o adamı. Zaten o yüzden o kadar ağladı.
Görüyorsunuz ya, hayat kayıpları çocukları ağlatır.
Çocuklar herkes sonsuza kadar yaşar sanıyorlar olsa gerek.
Beş taş oynayan çocuklar sıkılıp taşlarını topladılar ve gittiler oradan. Kaldırımlardan birkaç mokasenli erkek ayağı ve hipodromda koşan atlar gibi takır tukur sesler çıkaran tokalı, topuklu ayakkabılı küçük kadın ayakları geçti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Marceline " namgi
Fanfiction"What do you do, when you and him are together?" "We play cellos. We speak of music, and the beauty of what is feared. There is an abandoned sea shore we go. We dream of overseas, lie down, lie down, lie down and sleep. We eat together, mother natur...