I SAFRAN SARISI

321 14 8
                                    

       Uzaklarda titreşen buğuların sarmaladığı ufka baktı bir süre gözlerini ayırmadan. Baktıkça buğular daha bir yayıldı manzaraya. Uzaktaki komşu adalar silikleşti, kayboldu. Sonra gözlerini daha yakına çevirdi, dalgasız denizin üstünde hafifçe sallanan kayıklara, deniz kıyısında bir zamanlar insanların dostlarıyla oturup çay içtiği kahvehanelere, o kahvehanelerin toplanmış masalarına, sandalyelerine, ortalıkta insanların nereye gittiğine anlam veremeyen aç biilaç kedilere; sonra daha da yakına odaklandı, caddelerdeki iç acıtıcı bomboşluğa, kepenkleri kapatılmış, vitrinleri tozlanmış dükkanlara, tek tük açık büfelere, uzun uzun, arkasını görmek ister gibi delice bir merakla dikti gözlerini. Daha yakında manzarayı keskin bir bıçak gibi bölen çatılara, -genelde üç katı geçmeyen- kagir, yaşlanmış ama oturaklı ve sakin havasını kaybetmemiş mağrur "otantik" evlere; bencilce yükselen, her biri diğerinin kopyası olan ama caka satan edasıyla sırıtan apartmanlara, içini görmek istermişçesine baktı. Kapalı pencereler, daha geniş oturma alanları için camla kapatılan balkonlarıyla nefes alacak yer bırakılmamış binalar, ser verip sır vermeyen haliyle bal peteği misali üst üste dizilmişti; eski devirlerden kalma daracık sokak araları kuş uçmaz kervan geçmez yollara dönmüştü; oysaki her evin önünde yapılan çıkmalarda komşular oturup laflar, hatta çay kahve içer, çekirdek çitler, bunaltıcı yaz gecelerinde tavla okey oynar, gelen geçenler yokuşu tırmanıp soluksuz kalınca dinlenirdi. Hep bir harekete gebe Arnavut kaldırımlı dar sokaklar şimdi ölüm sessizliğiyle korku filmlerinden çıkmış gibiydi. Bu sessizliği delen ve arada bir olduğu yerde endişeyle sıçramasına sebebiyet veren ambulans sirenleri yavaş yavaş günlük hayatın alışkanlığına dönüşmüştü; tıpkı bembeyaz tulumlu, maskeli, eldivenli, koruyucu gözlüklü ve dezenfektan püskürten çantalarıyla ürperten görevliler gibi... Her ne kadar haberleri izlemekten kaçınsa da internette, aldığı mesajlarda, reklamlarda bile virüsün gün be gün ne kadar yayıldığını, kaç kişinin öldüğünü öğrenmek, herkes kadar onun da moralini bozuyordu; neyse ki bazı eğlenceli gönderiler de vardı aralarında, videolar, tweetler... Pencerenin önünden çekildi, insanın kendi kendisiyle kalması, düşünmesi, üretmesi, kendini oyalaması ne zordu! Ne kadar alışmıştık gösterişli fotoğraflara, sanal mutluluklara! "Dışarıda attığımız her adımın değerini bilmeden, denizi koklamadan, kuşlara dalmadan, çimenleri, kaldırımların arasında güç bela kendisine sığınak bulan minik çiçekleri fark etmeden, her şeye bir kameranın ardından bakmış, tadını çıkarmamışız bu güzelliklerin. Yaşadığımızı zannederken dünyaya hasret kalmışız meğer! Like'larla ölçmüşüz mutluluklarımızı!" dedi esefle...

          Sıkıntılı bir nefes alarak kendini koltuğa attı, ayaklarını uzattı ve yarım bıraktığı kitabını aldı eline. Burukça gülümsedi, insanlar evde kaldıkça kitap okumaya başlamıştı -sonunda-, dayanamadı daha yüksek sesle güldü, 2000'li yıllardan çok şey bekleyen eski zaman insanlarını düşündü, oysa hala modern çağın insanları nasıl el yıkayacağını öğreniyordu! Uçan arabalar filan yoktu ortalıkta; umarsızca, bencilce hala sokaklarda gezen, pikniğe, deniz kıyısına, ormana giden ve kendilerini eve kapatıp bu virüsün tümüyle geçmesini dileyenlerle dalga geçen, ciddiyetten uzak, bana bir şey olmaz'cılar vardı sadece. Ne acı! "İnsan uygarlığı" bu günleri yaşıyordu işte bilim ve uzay çağında! Bir türlü odaklanamadı elindeki kitaba. Kalktı, mutfağa gitti ama biliyordu dolaplarda pek bir şey kalmamıştı. Panik halde marketlere koşan, ihtiyacından fazlasını stoklayan insancıklar nedeniyle her geçen gün raflar boşalmış ve sonunda fabrikaların da kapanmasıyla birlikte yiyecek içecek sıkıntısı baş göstermişti. Gerçi belediyeler eski zamanlardaki bahçıvan arabaları gibi yiyecek madde satan ayaklı marketlerle bu duruma bir çözüm getirmişti, şimdilik... Evde yaptığı ekmekten iki dilim kesti, arasına peynir koyup tost makinesinde kızartırken bir yandan da su ısıtıcısının düğmesine bastı, bardağına çay poşeti koydu, çay poşetinin sıcak suda aldığı bulanık renge baktı tıpkı mutsuzluğun insanın tüm benliğini ele geçirmesi gibi içindeki sıkıntı da bu suda çözündü ve dertlerini de tostla birlikte alıp oturma odasına döndü.

SALGIN (Devam Ediyor.)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin