Mis gibi filtre kahve kokusunun davetkar günaydınına açtı gözlerini Can, dinlenmiş olmanın mahmurluğuyla kollarını esnetti, rahatsız bir koltukta uyumasına rağmen dinç bir şekilde kalkıp oturdu. Kwek mutfakta bardaklara kahve koyuyordu, onun kalktığını fark edince neşeyle "Günaydın!" dedi. Gün ışığı hayatın devam ettiğini müjdeler gibi tüm salonu ele geçirmişti. Sapsarı ışıltı ayçiçeklerini anımsattı ona, buram buram memleket kokan bir sızı yokladı yüreğini. Gözleri istemsizce saate kaydı, on olmuştu. Utandı, bu saate kadar uyumak tembellere göreydi, annesi hep erkenden uyandırırdı onu, geç uyananın üstünde bereket olmaz, derdi. Annesinin güven verici ama uykucu oğlunu tatlı sert azarlayan hayalini kovmak istercesine "Günaydın Kwek." dedi, yüzünü yıkamak için banyoya gitti.
Salona döndüğünde Kwek kahvaltıyı çoktan hazırlamıştı bile. Masaya oturdu, Aiko esneyerek ve ayaklarını sürüyerek geldi yanlarına. "Çok yorulmuşum meğer, ama iyi geldi, deliksiz uyumuşum, sağol Kwek." dedi şükranla. Kahvaltı ederken pek konuşmadılar. Aiko çok doğal bir şeymiş gibi "Bugün yeni bir haber var mı Kwek?" diye sordu, lokmasını çiğnerken.
Kwek tabağındaki omleti keserken bir müddet duraksadı, "Aslında haberlerde laboratuvarı bombalayıp kaçan Asyalı bir kadınla esmer bir erkekten bahsediliyor, son derece tehlikeli ve silahlı imişler, onları görenlere büyük bir ödül vereceklermiş." dedi.
Can ve Aiko donakalıp birbirlerine baktılar. Kwek bir kahkaha attı. "Yok canım, yeni bir haber yok tabii ki, son veriler dışında, entübe vakalar, virüs tespit edilenler, ağır hastalar filan açıklanmış, o kadar." dedi lokmasını yutarken afacan bir yüz ifadesiyle.
Can yorum yaptı. "Aslında bizden bahsetmemeleri son derece normal, çünkü biz kamuoyunca bilinmeyen bir laboratuvardaki var olmayan bilgileri kopyaladık. Üstelik oldukça sessiz ve -John'u saymazsak- can yakmadan." Muzipçe göz kırptı.
Aiko başını sallamakla yetindi. Gözlerini tabağına çevirdi memnuniyetsiz bir halde. Can lokmasını çiğnerken "Peki, ne yapacağız şimdi? Nereye gideceğiz?" dedi. Aiko bezgin ve umutsuz bir tavırla cevapladı bu soruyu. "Bilmiyorum Can, kime güvenebiliriz, açıkçası bilemiyorum." Düşünceli bir tavırla ağır ağır yaptılar kahvaltılarını.
Seçenek çok gibi görünüyordu; büyük devletler, bilim insanları, laboratuvarlar, Dünya Sağlık Örgütü, gazeteciler, internet... Ama gerçekten kime güvenebilirlerdi? Kimin işin içinde olduğunu nasıl anlayabilirlerdi? Bu çok zor bir soruydu ve doğru cevaplayamazlarsa her şeyi boşu boşuna göze almış olurlardı.
Kwek başını kaşıdı, biraz çekinerek "Peki, şimdi ne yapacaksınız? Sonsuza kadar burada saklanamazsınız ya. Bir planınız vardır mutlaka." dedi.
Aiko ile Can birbirlerine baktılar, sonra Aiko sakin bir sesle: "Tabii ki bir planımız var Kwek, bugün buradan ayrılıyoruz. Konukseverliğin için teşekkür ederiz, bir gün dinlenmek ikimize de çok iyi geldi, sana çok şey borçluyuz. Bize yemek ve yatacak yer verdin, her şeyden önemlisi dostluğunu sundun. Ama artık gitmeliyiz." dedi Can'a bakarak.
Kwek boğazını temizleyerek "Aiko, seni de, görüşlerini de, çalışmalarını da hep takdir ettim. Her zaman en doğrusunu yapmaya çalışırsın. Ancak, çok ama çok dikkatli ol, bu adamlar sıradan, basit insanlar değil. Niyetin iyi, fakat bu insanlar çok güçlü. Sana zarar gelmesini istemem." Son cümleyi Can'a bakarak uyarır gibi bir edayla söylemişti. Can mesajı almıştı, sessizce başını sallamakla yetindi. Aiko uzanıp Kwek'in elini tuttu, dostça sıktı, minnet dolu bakışlarla "Biliyorum Kwek, sağ ol. Ama burada yollarımız ayrılıyor. Kendi iyiliğin için sana anlattıklarımızı unut, hayatına devam et. Eğer başarırsak haberin olacak, bütün dünya zaten bunu konuşacak." dedi ve kendinden emin bir ifadeyle gülümsedi. Gülümsemesi, bütün bu kaotik fırtınanın içinde umut vericiydi, bir yaz güneşi gibi insanın içini ısıtıyordu.
Can gözleri tabağında düşüncelere daldı, insanlar dünyayı kendi haline bırakıp evlerine sığınınca doğa "kendine ait olan"ı ele geçirmişti. Yüzyıllardır hiçe saydıkları, görmezden geldikleri, hatta yok etmek için çabaladıkları doğa silkinip kocaman şehirleri, okyanusları, ormanları varlığıyla şereflendirmişti. İnsanlar savaşarak elde edemedikleri, bir türlü hakimi olamadıkları doğa karşısında çaresiz kalmışlar, virüs tehdidiyle saklandıkları evlerinde, camların arkasından bu yeniden doğuşu, kaçınılmaz olan canlanışı izlemişlerdi. İnsan ırkının ele avuca sığmayan bu nankör pişmanlığı, gardiyan gibi beyinlerini ve yüreklerini sorgularken tek istedikleri umut dolu bir başlangıçtı, yeni bir öyküydü bu yaşam sahnesinde, onlara biçilen rolden farklı bir var oluş mücadelesiydi. Daha önceki bencil, çıkarcı insanların tam aksine doğaya saygılı, sürdürülebilir bir hayat birazcık çabayla mümkündü; doğayla bütünleşerek, doğanın bir parçası olmanın bilincine vararak bu dünyayı diğer varlıklarla kardeşçe paylaşmak... Çok mu ütopikti hala? Bunu zaman gösterecekti.
Tüm insanlar aklını yitirmiş olamazdı, basit çıkarları uğruna masum insanların ölümüne göz yumamazdı elbet, mutlaka onlara yardım edecek birileri vardı. Bunu idrak edince biraz rahatladı. Tabağındaki soğumuş yumurtadan son lokmayı aldı, portakal suyunu içti.
Kwek iyi bir ev sahibiydi, ama onu daha fazla riske atamazlardı. Üstelik vakit daralıyordu. Kaybettikleri her dakika virüs can almaya devam ediyordu. Artık yola çıkmalıydılar. Kahvaltıdan sonra kahvelerini yudumlarken havadan sudan konuştular, sonra Kwek'le vedalaştılar.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SALGIN (Devam Ediyor.)
Science Fictionİnsanlık tarihi boyunca pek çok salgın hastalık yaşandı. Ama hiçbiri 21. yüzyılda tüm dünyayı derinden etkileyen, insanların yaşamını sarsan, dengeleri alt üst eden salgın gibi bilim otoritelerini yıkmadı. Milyonlarca insan acı çekerek hayatını kay...