Bölüm 17|•

1.4K 134 182
                                    


1 hafta sonra

İçimde paramparça olup ufacık kırıntılarına kadar bölünmüşken hayat, içimdeki okyanusların en derinlerinde boğulmuşken umutlar, içimdeki yangınlar acımasızca alev almışken, içimdeki tüm parçalar, tüm inandıklarım, tüm dirençlerim, tüm dayanaklarım, tüm çocukluğum paramparça olmuşken içim yıkık bir savaş yerini andırırken, içim terk edilmiş bomboş bir şehirken, içim rüzgarlıyken, içim sessizken, içimdeki depremlerden ve kıyametlerden sonra en ufak bir canlılık belirtisi yokken nasıl oluyor da hala ruhum içimde? Nasıl oluyor da kalbim hala atıyor? Hala nasıl nefes alıp nasıl direniyorum hayata? Bakmayın gülümsediğime, bakmayın ayakta durduğuma, bakmayın dışarıdan normal göründüğüme, ben paramparçayım.*1

Yerdeyim, en dipte. Binlerce parçaya bölündüm. Can kırıklarım... Her bir parça sivri, her bir parça keskin ama incinen tek kişi benim. Kendimi kullanarak kendimi yaralıyorum, silah da benim kurban da. Günün sonunda göz yaşı döken de benim, gülen de. Ölmek isteyen de benim, yaşamak için bir çok şey feda eden de. Kendimi kaybettim.

Bazı anlar olur, bir şeyler siz istemeseniz de yaşanır, ne olduğunu anlamazsınız, her şey birkaç saniye içinde olur biter ve ruhunuz size küser. İşte yaşadığım durumun özeti tam olarak buydu. Ruhumu yaşatan adam gittiğinde, ruhum benle konuşmayı kesti. Gerçeklerin orta yerinde bir başıma kaldım.

Oysa biliyordum sözlerinin her bir kelimesinin doğru olduğunu, oysa hissediyordum gerçekleri, anlıyordum onu... Ama her zaman bilmek yetmiyordu işte, bazen yanlış olan daha doğru hissettirebiliyordu. James'i kovmak pahasına o evde kalmıştım, o evde saklanmıştım. Ne yazık ki bu da doğru hissettirmiyordu artık.

Şu geçen bir haftada düşüncelerim bile düşman olmuştu bana, yapayalnız kalmıştım. Beni ben bile anlamıyordum. Ne yapacağımı bilmiyordum, sadece oradan oraya savruluyordum. Deli rüzgarlar nisan ayına beni alıp oradan oraya savurmak için çökmüştü.

Aklım, kalbim, benliğim... Her biri ayrı fikri savunuyordu. Her biri sadece bana kızıyordu, bense susup onları dinliyordum. O evde saklanmak yapmak istediğim şeydi, aynı zamanda da saklanarak kendime hakaret ediyordum. Birilerinin beni dört duvar arasına sıkıştırmasına izin verip onlara teslim oluyordum. Kendime yaptığım en büyük haksızlık buydu. Oysa kaçmak bana göre değildi, savaşmalıydım ben. En çetin savaş yaklaşırken ben en ön cephede yerimi almalıydım.

Ama korkmuştum, çok korkmuştum. Normal bir hayat sürmemiştim hiçbir zaman ama anormalliğin bu boyutu beni ürkütüyordu. Ölümle tehdit ediliyordum ve bunu nasıl karşılamam gerektiğini bile bilmiyordum. Korkmam doğal mıydı? Belki. Ama benim korkmaya hakkım yoktu, asla korkak biri değildim.

Korkmayı kendime yediremiyordum, bunun için de o evde isteyerek kaldığıma inandırmak istedim herkesi. İşe kendimle başladım. O kadar iyi rol yaptım ki, buna ben bile inandım. Sevdiğim adam benim için bana bunları söylerken ben onu paramparça ettim. İlk kez korktum ve korkulacak birine dönüştüm.

Kalp kırmaktan nefret ederdim, buna rağmen en sevdiğimin kalbini kırmaktan bir an bile çekinmemiştim. Eğer yapmasaydım, bir korkak olduğumu kabullenmek zorunda kalırdım. Ben asla korkmazdım, korkamazdım. Ben güçlüydüm... Ya da güçlü numarası yapıp kendimi buna da inandırıyordum.

Ama insan en çaresiz anlarında inanmak istiyordu karanlığın aslında aydınlık olduğuna. Bir yalana, bir dolana, bir hayale, bir rüyaya, bir kurmacaya, bir düzmeceye, bir düzenbazlığa, bir sahtekarlığa... Bilin ki insan en çaresiz anlarında inanmak istemiyordu gerçeklere.*2

𝐃𝐄𝐒𝐓𝐈𝐍𝐘 • 𝐁𝐮𝐜𝐤𝐲 𝐁𝐚𝐫𝐧𝐞𝐬 Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin