14.Bölüm - Kaybetmenin Acısı

95 2 0
                                    

Fuat, Derya'nın buzağıyı gördüğü anda koşturarak eve gittiğini gördüğünde kahkahayı basmıştı. Hala büyük şehrin narin kızıydı Derya. Yirmi gün geçmiş olması bir şeyi değiştirmiyordu. Muhtemelen hiçbir zaman bu küçük kasabadaki yaşama uyum sağlayamayacaktı. Gerçi hakkını vermek gerekiyordu, yürekli kızdı Derya. Yeri geldiğinde birçok erkeğin yapmaya çekineceği şeyleri yapıyordu. Yine de en nihayetinde o bir kızdı, şehirde büyümüş bir kız. Biraz daha gülüp, bunlar üstünde kafa yormak istese de vakti yoktu. Derya ile ilgili düşüncelerden kurtulup anneannesinin arkasından yürüdü.

"Yılların yükü sırtına binmiş olduğundan" diyordu annesi, "anneannen iki büklüm yürüyor". Her şeye rağmen yaşına uymayacak derecede çevik ve güçlüydü yaşlı kadın. "Eski toprak ne de olsa" derdi babası. Buzağıyı tek başına kucaklayışı bile bunu anlatmak için yeterliydi. Nereden bakılsa otuz kilo gelirdi o buzağı. Yardım etme babında bir şeyler söylemek bile ayıptı anneannesine, yardıma ihtiyacı olursa söylerdi zaten, bir şey demiyorsa da yardıma ihtiyacı yok demekti.

"Ne bagıp duruyon öyne andaval gibin. Açsana şu gapıyı!"

İşte bu bir yardım isteğiydi. Fuat kapıyı ittirip hemen kenara çekildi. İçeriye kimsenin duymayacağını bildiğinden ahlar ve uhlar eşliğinde yarı ağlar vaziyette girmişti anneannesi. Fuat'ın, onda en garipsediği huydu bu. Evin eşiğinden içeri adımını atar atmaz dışarıdaki kadın gidiyor başka bir kadın geliyordu sanki. Sırtının fiziksel handikapına rağmen dik durmaya çalışan kadın, birden bire çöküyor, gözleri dolu bir hal içinde uzun soluklu ahları fon edinerek ölmüş annesine feryatlar diziyordu. Arada vahlar da koroya katılıp çok seslilik yaratıyordu. İlk gördüğünde annesine koşup kısa bir özetten sonra "Ana ananemin ne derdi var?" diye sormuştu.

"Oğlucum" demişti annesi, "ağıt yakıyor ananen". Kocaman açmıştı gözlerini Fuat, tatmin olmamıştı cevaptan.

"Böyle ağıt mı olur ana? Ağlıyo desem ağlamıyo, yoruldu desem dışarda durp gibi maşallah. Nemenem bi ağıt ki bu?"

"Öyne bi ağıt işte guzucum. Eskiden deden sağkene ananenin sızlandığına şahit olamazdın. Ben hatırlamıyom, heç görmedim, heç duymadım ahlayıp uhladığını. Toprağı bol olsun, ne zaman ki bubam hakkın rahmetine gavuştu işte o zaman anam başladı ahlamaya. Gene bu iyi halleri... İlk başlarda daha kötüydü. Sorduydum ilk vakit "ana hayırdır bir yerin mi ağrıyo" deye. "Nerem ağrıycak akılsız" dediydi. Gide gele anadım ki geçmişe, gidenlerin arkasına ağıt yakıyor ananen. Az kaldı ben de gelyom der-"

Fuat annesinin cümlesini tamamlamasını beklemişti. Şimdiye değin söylediklerinden pek bir şey anlamamıştı. Annesine bakmaya devam etmiş ancak devamı bir türlü gelmemişti. Merakı galip geldiğinde daha fazla soruyla daha fazla bilgi edinmeyi denemeye yeltenmişti. Ağzını açacak gibi olduğunda annesinin gözlerinin buğulandığını görmüş ve ağzını kapamıştı. Bir kelime daha ederse buğuların suya dönüşeceğini hissetmişti. Şu hayatta yalnızca annesi için merakına gem vurabilirdi. Öyle de yapmıştı, bir daha açmamıştı bu konuyu.

Nenesi koynundaki buzağıyı kutuların arasına bıraktığında, buzağı ayakta duramayacak kadar bitkin durumdaydı. Somyayla, yanmakta olan ocağın arasına sıkıştırılmış kartonlardan ev yapılmıştı evin yeni misafiri için.

Buzağı girdiği yeni yuvasında vakit kaybetmeksizin doğrulmaya çalıştı. Birkaç başarısız denemenin ardından ayakta durmayı başardı da! Yine de bir yere gidemeyeceğini biliyormuş gibiydi. Durduğu yerden bir süre etrafa bakındı, sonra umarsız bir tavırla vücudunu yalamaya başladı.

Fuat somyanın üzerine oturmuş bu geçici misafirin anatomisini inceliyordu. Daha doğmasının üzerinden yarım saat bile geçmemişken ayağa kalkmış olmasına şaşırmıştı. Buzağı daha öncekilerden çok farklı değildi. Demek ki o zamanlar dikkatini bu nebze çekmemişti bu muhteşem doğa olayı.

İnsanlar doğduktan aylar sonra bile güç bela ayağa kalkıp ilk adımlarını atmaya başlarken bu hayvan nasıl oluyordu da hemencecik ayağa kalkabiliyordu? Bacakları oldukça çelimsiz görünüyordu, üstelik titriyorlardı da. İnsanların bacaklarının kuvvetsiz olması sebep olamazdı bu haliyle. Üstelik herhangi bir insan evladından kat be kat ağırdı bu erken doğan buzağı. Başka bir açıklaması olsa gerekti. Dört ayak üzerinde duruyor oluşu yeter sebep miydi? İnsanlar neden dört ayak üzerinde bile olsa doğrulmayı denemiyordu? Bir bebeği yere bıraksak bu şekilde duramazdı. Zaten insan yavruları ilk zamanlar kollarını kullanmakta T-Rex ile yarışacak kabiliyetteydi. Bu sebeple sıkı sıkıya sarılırdı bebekler. Ellerini ağızlarına götürüp emer vaziyete bile zamanla geliyorlardı. Kemik yapılarının insanlardan çok farklı olabileceği düşüncesi belirmişti kafasında. Yeni doğan bebeklerle ilgili en çok duyduğu şeylerden birisi kemiklerinin çok yumuşak olduğuydu. Hatta insanın en kemikli yeri olan kafasının bile bebekken yumuşacık olduğunu çok iyi biliyordu. Bu kuram gayet mantıklı görünüyordu. Buzağılardaki kemikler daha sert ve dayanıklı oluyor olmalıydı. Ninesine bu soruyu sorup yanıt alıp alamayacağını düşündü, ninesinin bu olayı "Allah'ın bir hikmeti" olarak yorumlayacağına karar verip ilgisini tekrar buzağıya yoğunlaştırdı.

Kocaman bir ağzı vardı buzağının, pembe bir burun tam tepesinde ıslak bir şekilde duruyordu. Diliyle arada burnunu yalıyordu. Hayvanların kafaları hep bu şekildeydi. Aşağıya doğru uzayan bir ağız ve hemen tepesinde bulunan burun. Köpeklerde böyleydi misal, kedilerde de, ineklerde de... Hepsi doğum yapabilen hayvanlardı bunların. Acaba doğum yapan canlılara özel bir şey miydi bu kafa yapısı? İnsanların kafa yapısı böyle olmadığına göre yalnızca doğum yapan hayvanlara özgü olabilirdi. Okula gittiğinde öğrenecekti nasıl olsa bunları. Annesi öyle diyordu her daim. Gerçi annesi ilkokulu bile bitirememişti.

Senenin başında okula başlayacaktı ama okul hoşlandığı bir kelime değildi. Gönlünce etrafta koşuşturup, gezmek varken dört duvarlı bir yapının içinde saatler geçirmek hangi çocuğa sorarsanız sorun eğlenceli gelmezdi. Yine de okulu merak etmekten geri durmuyordu. Kasabada bir tane ilkokul vardı. Kuzenleri ayrı yerlerde olsa bile okula başlamışlardı. Öğrendikleri bazı şeyleri hava atmak için kullanıyorlardı ama Fuat havadan çok, bilgilerden etkileniyordu. Okula gitmeden sırf okula gidenlerden her şeyi öğrenebilirdi ona göre. Ne anlatılsa hemen anlayabiliyordu.

Anneannesi ocağın başına oturmuş bazlama hazırlıyordu. Şu haliyle ev çok sessizdi. Sessizlik, buzağının anatomisi ve okul içini daraltmıştı. Hakan ve Akın'ın yanına da gidemezdi. Annesinin halasına neler anlattığını bilmek bile istemiyordu.

Daha fazla canının sıkılması durumunda patlayacağını düşündü. Derya'nın korkusu geçmiş olsa iyi olurdu...

Geçmişten GelenHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin