4

337 18 6
                                    

Konuşturduğum çocukluğum, şimdi ki Gülfidan'a bırakıyor sözü...
Ondört yaşlarında, uzun örgülü saçlarıyla, ufak tefek bedeniyle bir çok işi gücü öğrenmiş artık herşeyin farkında olabilen genç kız olmaya başlamıştım.
Saatteki akrep yelkovanı kovaladıkça akıp giden zaman günleri birbiri ardına halatlamak ile meşgul, ben ise ezber tuttuğum rutin hayatıma devam ediyordum.

Ev, bahçe, ahır işlerinden hemen hemen hepsini yapar olmuştum. En çok bahçede çalışmayı, ekmeyi severdim. Çünkü toprağa ektiğim her şeyin karşılığını almak muazzam bir duyguydu. Bostandan sepete doldurduğum sebzeleri sırtımda taşıyarak eve getirmek, işlemek, o mis kokusuyla pişirmek en sevdiğim işlerden biriydi. Hiç sevmediğim ise yemek sonrası o dağ gibi bulaşığı soğuk ahşap balkonda yıkamak olurdu. Kız kardeşim ile gündüz çektiğimiz suları bulaşık leğenlerine doldurur, birimiz köpükler birimiz durulardık. Sırayla yapmayı tercih ederdik çünkü durulayanın elleri çok üşürdü. Bu anılarımda hem gülümserim hem de içimi burkan bir sızı duyarım. Hep dramatik değildi tabiki yaşamım.. Kardeşce yaptığımız yaramazlıkları, oyunları, kaçamakları hatırladıkça, derin özlemle halen ıslatırım yanaklarımı ama gülümseyerek...

Ben şöyle bir geriye doğru bakarken kendimle iftihar ettiğim hatta bunu iyi ki hep yapmışım dediğim yegane iş, gülmek fiili olmuş. İyi ki gülmeyi hiç terketmemişim, o da beni... Bahçelerde çalışırken, engebeli arazide çok kez yuvarlandım, düştüm, dizim, kolum, elim ayağım kesildi, yara oldu, kanadı ama arka fonda hep o düşüş anımı canlandırıp gülerdim kendime. Hatta Fidoş nasıl uçtun ama, iyi uçtun bu defa fena uçtun diyerek dalga geçerdim yaralarımla. Ben işte böyle böyle alıştım kendimle hem savaşıp hem de barışmaya. Gün olur ineği sağarken tezek içine gömülürdüm, gün olur fındık toplarken dalda kalırdım... Kışın işi ayrı, yazın işi ayrı derken gün olur bahçe dönüşü sırılsıklam olana dek bir yağmura tutulurdum. Kara batar, ellerimin hissini kaybedene dek dereden su çekerdim. Yazın  Güneşin yakıcı sıcağında fındık bahçesi temizlerdim. Hem o nasıldır toplayan, bakan bilir fındığın emeğini, o gazeller sarar bedenini, toz dolar yüzüne, gözüne, burnuna... Ellerine sayısız diken batar, hangi yaprağın altından nasıl çeşit böcek, örümcek çıkacağını tahmin bile edemezsiniz.

Sırtında taşıyarak getirdiğin sepetin içine ne koyduysan onu yersin acıkınca. Bazen sadece su ekmek olurdu, şanslıysak patates ve yumurta haşlaması bulunurdu. Ama çay mutlaka bir iki çırpı odun yakılarak közdede olsa demlenirdi. Rahmetli annem çok severdi çayı. Ahhh anacım, onun hikayesi benim hikayemden de derin...

Günlerin sonunda, yorgun olsan da, yaraların kanasa da son dem işlerini bitirmeden yatamazdık. Elimize iğne alır, parmak uçlarımızdaki dikenleri çıkarmak için, gazyağı lambası altında toplanırdık. Kimisi iltihap olur kendi çıkardı, kimi derin olurdu çok can yakardı.
Lakin hiç canımız yandığını belli edemezdik, söyleyemezdik. Kimseye nazlanacak ne vaktimiz ne de halimiz vardı. Böyle olunca acılarını içine hapsediyor insan, kimsenin görmediği yerlerde ağlıyor, üzüntüsünü paylaşmıyor, yüreğiyle başbaşa kalıyor, sessiz, sakin, duru... Aslında birileriyle değil, içinde o öldürmediğin çocukla büyüyorsun her daim... Onun elini bırakmadığım için hiç pişman değilim. O benim en şefkatli, en anlayışlı, en doğru ve güven veren dostum.

Böyle böyle büyüyordum, kah düşerek kah gülerek, damağımda acı tatlı karışık, zihnimde üzüntü yaşama sevinci kardeş, umut ile kaygı aynı adımda...
Derken onbeş yaşımı doldurmuştum. Akraba, komşu tarafından göze gelmeye başlanmış, beğenilen, gıpta edilen, başarılı, akıllı bulunan bir genç kızım artık. Annem daha fazla sakınır olmuş gözden, etraftan, daha fazla nasihat vermeye başlamıştı kız kardeşimle bana... Haksız olmadığını anne olduğumda daha iyi idrak etmiştim.
Niye mi...
Birileri vardı beni fark eden, bahçeye giderken takip eden, farkına vardığımda serenadlı ıslık çalan...

Aslında hayatımın ikinci sezonunun ilk ayak sesleriydi bu duyduklarım....

Gül FidanHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin