Kafam o kadar dalgındı ki bir türlü kendimi işime veremiyordum. Benim küçük öğrencilerim sürekli boyadıkları resimleri bana göstermeye çalışırken onlara sadece gülümsemekle yetiniyordum. Ve bu kendimi kötü hissetmeme sebep oluyordu. Severek yapıyordum ben işimi. Hala çok seviyordum ama iki gün önce olanlar aklımı toparlamama izin vermiyordu. İki gündür onu görmemiştim. Eve gelip gittiğini sadece dolan kirli sepetinden anlayabiliyordum. Onun dışında ne onu görmüştüm ne de konuşmuştuk. Açıkçası bu sefer bende zorlamıyordum. Onu bekleme zahmetine girmiyordum. Hoş onu beklesem de benimle konuşacağından pek emin değildim. Neredeyse gece yarısını geçerek eve geldiği için genelde yorgun oluyordu. Boşu boşuna kendimi uykusuz bırakmış olacaktım. Üstelik benimle konuşmuyor diye de bir kez daha hırpalayacaktım kendimi. Bu yüzden bende akışına bıraktım. Nereye kadar giderse gidecekti. Kalbim kan ağlıyordu. Onu deli gibi özlüyordum. Ama elimden bir şey gelmiyordu. Karşımda adeta bir duvar vardı. Ne yaparsam yapayım o duvarı yıkamıyordum. Yıkmak şöyle dursun ufak bir delik bile açamıyordum. Sadece kendimi yaralıyordum. Her tarafım yara bere içinde kalmıştı.
Çocukların çıkış saati geldiğinde hepsini kapıdan geçirdim. Ailelerini gören çocuklar büyük bir mutlulukla onlara koşarken bana el sallamayı da es geçmiyorlardı. Zoraki bir şekilde onlara ve ailelerine gülümsedikten sonra eşyalarımı toplamaya başlamıştım ki yanıma gelen öğretmen arkadaşım Esra'nın sesiyle başımı kaldırdım.
"Gülce iyi misin?"
"Evet canım... Sadece yorucu bir gündü."
Tam önümde durarak elimden tuttu ve beni sandalyeye oturtarak kendi de yan tarafımdaki sandalyeye oturdu.
"Ben bugünden bahsetmiyorum Gülce... Evlendiğin günden beri hep durgunsun... Soldun adeta."
Dışarıya karşı duygularımı bu kadar çok belli ediyor olmak beni bir anda çok rahatsız etmişti. Ellerim titrerken zaten düzgün olan saçlarımı düzeltmeye çalıştım ve hafifçe gülümseyerek "Gerçekten iyiyim... Yeni bir hayat sonuçta... Ben ona alışmaya çalışıyorum. Başka bir sorun yok..." dedim bir çırpıda. Esra titreyen ellerimi tutarak "Ben senin arkadaşınım... Bana bir şey ispat etmene gerek yok... Seni bir şey anlatmaya zorlamıyorum... Ya da seni yargılamıyorum... Sadece şunu bil..." dedi ve hafifçe gülümsedi. "Ben her zaman yanındayım. İstediğin an seni dinlerim ve sana yardımcı olmak için elimden geleni yaparım."
Zorlukla gülümsedim. Ellerimi ellerinden çekerken "Teşekkür ederim," dedim. Ama kimseye bir şey anlatmak istemiyordum. Ben az çok Yavuz hakkında ne diyeceklerini biliyordum ve bunları duymaya hazır değildim. Tıpkı onu bırakıp gitmeye hazır olmadığım gibi. Zaten bütün mesele bu değil miydi? Onsuz olmak istemiyordum. Benim canımı ne kadar çok yakarsa yaksın onun olmadığı bir hayatı düşünmek istemiyordum. Yaşadıklarımı ya da hissettiğim duyguları kimsenin anlamayacağını biliyordum. Bu yüzden şu an için her şeyi kendime saklamam daha doğruydu. Esra da bu durumu anlamış olacak ki ayağa kalktı.
"Peki, iyi akşamlar o halde..."
"İyi akşamlar," dedim ve onun gitmesi ile bende kabanı giydim ve çantamı aldım. Hızlı adımlarla okuldan çıktım. Geçen hafta okulları tatil ettirecek kadar etkili olan kar yağışı şu anda devam ediyordu. O kadar şiddetli olmasa da araba kullanmayı cesaret edememiştim. Sabah taksiyle gelmiştim. Şimdi de bir taksi bulmalıydım. Usul usul yağan kar taneleri yüzüme ve saçlarıma düşerken okulun bahçesinden çıktım. Gözüm taksi durağına doğru takıldığı anda onu gördüm. Arabasına yaslanmıştı ve elleri cebindeydi. Direk olarak bana bakıyordu. Nefesim yetmemeye başladı. Nabzım hızlanırken, bedenimi bir ateş aldı. Ona bu kadar öfkeliyken böyle heyecanlanmamdan nefret ediyordum.
Ne bir adım ileri atabilmiştim ne de geri. Öylece olduğum yerde duruyordum. Ne yapacağımı bilemiyordum. Kalbim ona karşı çok kırıktı ama yine o nankör kalbim onun için atıyordu. Böyle bir çıkmaz ikilemin içinde olmak korkutuyordu beni.