Şafak'tan
Esra yine bomba patlatmıştı, varlığı sansasyondu.
O Fırat'tan bahsederken, Fırat eline telefonu almış olacaktı ki, konuşmaya başladı.
"Neredesin oğlum sen! Çabuk buraya gel. Vermen gereken hesaplar var ve bu zırdeli ne iş? Çıkar evliliği yapmanın şokunu atlatamadan evde durmaksızın carlayan bir cüce ile karşılandım."
Ne..?
Çıkar evliliği neden demişti? Sahte mi demek istedi? Her şeyi öğrenmiş olabilir miydi?
Her şey olan her şeyi?
Afallayarak bir adım geri gittim. Dilay da endişelenmeye başlamıştı. Bir şey demeden telefonu kapattıktan sonra sarılmayı sonlandırdım ve onun geldiğinden bahsettim. Bu sefer geri çekilen Dilay oldu. Bir telefon konuşmasından otuz saniye öncesine kadar dünyam Cennet'ti ama şimdi ise adeta Araf'a sürüklenmiştim. Sarılmanın sıcaklığı bozulmuştu. Böylece daha hissedilir olmuştu soğuk.
Evin yolunu tuttuk ve yol boyu ikimizin de ağzını bıçak açmadı. Yaklaştıkça ne duyacağımdan, ne ile yüzleşmek zorunda kaldığımdan daha da korkar olmuştum. Eski hislerimden artık çekinmediğimi sanıyordum ama ait olan kişinin öğrenmesi şu an beni çok rahatsız ediyordu. Ortaya çıkmak zorunda mıydı? O bilmeli miydi? Onu öyle gördüğümü öğrenmek zorunda mıydı? Sakinleşmeyi unutmuştum, başaramıyordum. Evin önünde durduğum gibi indim arabadan. Dilay da peşim sıra inmiş, yüzüme ufak bir bakış atmış sonra gözlerini çekmişti üzerimden.
Kestane gözlerde beni üzen hisler vardı. Acaba o neler hissediyordu? Benim yüzümden düştüğü durum ne saçmaydı. Tekrardan hayatındaki en bencil insan oluvermiştim.
Düşünceler kovalaşırken sokakta Esra'nın sesi duyuldu.
"Enişte ben bu çocuğu boğmadan önce yetiştin yetiştin, yoksa cenazesine gelirsin."
Gecikmeden Fırat söylenerek çıktı balkona. "Seni bücür cadı. Minik ellerini uzatsan yetişemezsin bile boynuma."
Esra karşılık veriyordu. "Aşağılıksın--"
Gerisini duyamamıştım. Utanma duygusu kulağımda şiddetini arttırarak çınlamaya başlamıştı. Uzun bir sürenin ardından Fırat'ı görmüştüm. Kanlı canlı, onun için nefessiz zamanlarda kendimi attığım balkonumda duruyordu. Çenemin titremesine engel olmamıştım ki Dilay'ın kolumdan sıkıca tuttuğunu gördüm.
"Sorun değil, atlatabilirsin."
Başımı eğip, dolan gözlerine baktım. O gözlere rağmen mi beni teselli ediyordu? Benden beterdi sanki durumu.
"Ne oldu?" dedim telaşla. Bu sefer ben onu iki kolundan tutmuştum. "Ne oldu gülüşünde güller kokusu olan. Neden ağlıyorsun?"
Yine bir ağlama krizi mi olacaktı? Neden diye sormuştum ama aklıma gelen tek bir sebep vardı. Benim yüzümden. Bu sefer de benim yüzümden.
"Özür dilerim Dilay, lütfen ağlamamaya çalış." diyerek yalvardım. Benim problemim onu daha fazla üzmemeliydi.
Kendisini gülmeye zorladı. Zorladı...
"Mm, ağlamayacağım. Hadi yukarı çıkalım." dedi ve ellerimden sıyrılıp, kapıya yöneldi.
Gidiyor nefesim.
Tüm nefessizliklerimin ardına aldığım en derin nefesim gidiyor.
Ne düşüneceğimi, neye endişeleneceğimi seçemiyordum. Düştüm peşine, çıktık yukarı. Kapıda bizi karşıladıklarında Fırat'ın gözlerine bakabilip "Hoş geldin." dedim. O ise sinirliydi. "Keşke hoş bulsaydım." dedi. Ardından Dilay'a bakıp "Tebrikler(!)" dedi. İğneleyiciydi vurgusu. Haliyle anlamadı hocam. Kimse anlamadı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
İçinde Tut
General FictionBiri söylemese de diğeri anlıyordu. Biri vazgeçse de diğeri inanıyordu. Biri tek hissetse de diğeri hep o "biri" ileydi.