58 7 1
                                    


15 mayıs 1949
goheung-gun, jeollanam-do, güney kore

sabahın soğuğu tenime işlerken hırkama iyice sarıldım. evimin kapısının önünde durmuş uzun boylu çocuğun gelmesini bekliyordum. keşke daha kalın giyinseydim diye düşünürken sokağın başındaki bisikleti gördüm. bisikletinde ayağa kalkmış hızlı hızlı yanıma geliyordu. iyice yaklaşınca duvara yasladığım bisikleti kaldırdım. nefes nefese kalmış bir şekilde önümde durdu. "won- woo hyung.. kusura bakma uyuyakalmışım." nefesini düzene sokmaya çalışırken cümlesini kurmaya çalışıyordu. "bana kesinlikle sabahın beşinde kapıda ol asla gecikme diye uyaran sendin. geç kalan da sensin."

sessizce özür diledi. "hemen gidelim. daha fazla geç kalamayız." sözünü dinleyip bisikletime bindim. "nereye gidiyoruz ki?" sadece sabah erkenden bisikletimle kapının önünde beklememi söylemiş, bir açıklama yapmamıştı. "gidince görürsün." gülümsedi ve önden gitmeye başladı. ben de peşinden giderken etrafta sessizlik hakimdi. hava bulutsuz ve gökyüzü açık maviydi. uzaktan bir yerden kuşların cik cikleme sesleri doluyordu kulağıma. "bunu seviyorum." dedim istemsizce. göremesem bile mingyu'nun dediğime gülümsediğini biliyordum.

çok uzun sürmemişti ki mahallemizin gazetecesinin önünde bulmuştuk kendimizi. dükkanın sahibi olan amca kapının önünde yere çömelmiş, bir kasaya kutu kutu süt diziyordu. mingyu bisikletinin zilini çalınca kafasını kaldırıp bize döndü ve gülümsedi. "hoşgeldin minggu! tam vaktinde geldin." mingyu adının yanlış söylenmesini aldırmayarak yerde duran kasayı aldı. ben de bisikletimden indim ve eğilerek amcayı selamladım. amca eliyle beni gösterdi ve "sen yeonggil'in büyük oğlu değil misin?" dedi.

şaşırarak gözlerimi büyülttüm. "evet. babamı tanıyor musunuz?" amca güldü ve omzumu patpatladı. "askerlik arkadaşımdı. aynı babana benziyorsun." bunu daha önce birçok kez duymuştum. zira gözlerim ve burnumun babamınkiyle korkunç derecede benzer olduğunu biliyordum. mingyu süt kasasını bisikletinin arkasına sıkı sıkı bağlamayı bitirmiş, şimdi de içinde gazete olan kasayı benim bisikletime bağlıyordu. tutmakta zorlandığını fark edince yanına gidip o halatla kasayı bağlarken ben tutmayı teklif ettim.

"kapı kapı dolaşıp bunları mı dağıtacağız?" gözünü düğüm attığı halattan çekmeden cevap verdi. "evet. ahjussi'nin yardıma ihtiyacı olduğunu söylemişti annem. yapacak daha iyi bir işim olmadığı için kabul ettim ben de." "herhalde sırf senin yapacak bir şeyin olmadığı için beni de öyle sandın?" bağlamayı bitirince yüzüme baktı ve suçlu bir şekilde sırıttı. "işimiz bitince fırına geçersin işte. güzel upuzuuun bir gün geçirirsin." kafamı iki yana salladım ve umursamamayı tercih ettim. böyle basit bir şey için mingyu'yu kıracak halim yoktu. her gün iki saat erken kalkmayı kaldırabilirdim.. diye düşünüyordum.

"bitirince kasaları geri getirin. ödemenizi günlük yaparım." ahjussi gülerek söyledi ve küçük dükkanın içine girdi. "sadece bizim mahalleye dağıtıyoruz değil mi?" bisikletime binerken sessiz çıkan sesimle sordum. cebinde sıkıştırdığı haritayı çıkarttı ve bisikletinin sepetine yerleştirdi. "evet. podu-myeon'daki bütün evlere birer kutu süt ve birer tane de gazete." o da bisikletine bindi ve yola koyulduk. aramızdaki sessizliği garipseyerek bir şey söyleme ihtiyacı hissettim. "yıllardır bu mahalleye geliyorsun. neden bir haritaya ihtiyacın var ki?"

omuzlarını silkti. "bilmem. daha çok moda giriyorum sanırım." pedalları daha hızlı çevirerek yanına ulaştım. hızlıca sürdüğüm için rüzgar saçlarımı geriye doğru tarıyordu. kendimi hafif hissediyordum. tüm sorumluluklarım yok olmuş, hiç problemim kalmamış gibi bir hafiflikti. bu hissi yanımdaki bedene borçluydum diyebilirim. ne zaman onun yanında olsam daha bir rahattım.

beş dakika geçmemişti ki ilk evin önüne ulaşmıştık. bisikletlerimizden inip evin duvarına yasladık. "bu sokakta beş ev var. yürüyerek hepsine dağıtalım." dedi mingyu. kendi bisikletimin kasasına gittim ve beş tane gazete aldım. o da aynı şekilde beş tane süt aldı. önümde seke seke ilk evin kapısına doğru gidiyordu. "sabah sabah ne bu enerji?" gülerek sorduğumda arkasını döndü ve kahverengi irislerini benimkilerle buluşturdu. "seninle zaman geçirebildiğim için mutluyum wonwoo hyung." "bu çok klişe olmadı mı sence de?" yüzümü ekşiterek sorduğumda somurttu ve yanıma gelip popoma bir tekme attı. "dayak mı istiyorsun sen gyu?"

when the world was at war we kept dancing, minwonHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin