61 9 0
                                    


7 eylül 1948
goheung-gun, jeollanam-do, güney kore

çantamın içini son bir kez daha kontrol ederken annemin yanımda küçük bir çocuk gibi mızmızlanmasını dinliyordum. "çok soğuk değil mi wonwoo-yah? yüzmeye gitmek istediğinizden emin misiniz? başka bir şey yapamaz mısınız?" elleri kollarımın üstündeyken beni durdurmaya çalışıyordu. 5 gün sonra jihoon üniversite sınavı için seoul'e gidecekti ve birkaç ay orada kalacaktı. son günlerimiz olduğu için her ne kadar hava serin olsa da çocukken hep gittiğimiz plaja gitmek istediğini söylemişti. hayatında hiç çılgınca bir şey yaptın mı wonwoo? bu kadar sıkıcı biri olarak mı ölmek istiyorsun? demesi üzerine ikna olmuştum. tek başımıza gitmek sıkıcı olabileceğinden mingyu'yu da çağırmıştım ve o da kendini arkadaşlarını çağırıp çağıramayacağını sormuştu. onu reddedemediğim için izin vermiştim ama şimdi kaç kişi olarak gideceğimize dair hiçbir fikrim yoktu. en azından mingyu'nun babası arabasını almamıza izin vermişti.

"bari sandalet giyme!" güneş gözlüğümü takıp dışarı çıktım. "anne, endişelenme. 19 yaşındayım ne yaptığımı biliyorum." etrafta beni takip ederken elinde tuttuğu mısır yaprağını yüzüme fırlattı. "ne yaptığını bilen bir insan bu havada denize mi girer aptal çocuk?" yanına yaklaşarak güven verici bir şekilde sarıldım. "jihoon'a hayır mı deseydim? hem benim çok nadir hasta olduğumu biliyorsun. sorun olmaz." çekilirken kapımızın önüne yaklaşan arabayı fark ettim. mingyu kapısını açıp arabadan indi. yanımıza doğru gelirken gözündeki güneş gözlüklerini çıkardı ve bir sapını gömleğinin içine astı. üstünde mavi, dizlerinin biraz üstünde biten bir mayo vardı. bir de her yere giydiği pastel sarı gömleği. her zamanki gibi iyi görünüyordu.

"seongah teyzeciğim merhaba. umarım wonwoo'yu gitmemesi için ikna etmeye çalışmıyorsundur." gülümsediğinde ortaya çıkan yamuk ön dişine bir bakış attım. "yapmaya çalıştım ama kabul etmiyor eşek sıpası." pes ederek evin önündeki minik tabureye oturdu. "birbirinize göz kulak olun oldu mu mingyu?" "oldu bilin." son kez annemin yanına gidip alnını öptüm. "gidiyorum şimdi. geç olmadan dönerim." ve ön koltuğa doğru adımlamaya başladım. "dikkatli olun!"

mingyu da sağ tarafıma oturup arabayı çalıştırdı. "hepsi çeşmenin orada toplanmış mıdır? ben jihoon'a dün haber verdim onu oradan alacağımızı." yavaşça dar sokaktan çıktı ve ciddi yüz ifadesini takındı. "ben de dün bizim çocuklara söyledim. çoktan oraya gitmişlerdir." gözlüklerimi kafama doğru çıkardım ve merakla "sahi, sen kimleri çağırdın?" diye sordum ve cevaplamasını bekledim. çok bekletmeden ağzını araladı. "seokmin ve soonyoung. seokmin kardeşini de alacağını söyledi. çok kafa çocuk seveceğine eminim." "onun kardeşi mi vardı? adı ne?"

"chan. lee chan." tek heceli ismi dikkatimi çekmişti. sorularımın hepsi cevaplanınca önüme döndüm. mahallenin biraz çıkışında herkesin bildiği çeşmeye doğru gitmeye başladık. havanın rüzgarı bizi durdurabilecek kadar güçlü değildi. mingyu'nun yüzünde gezmek isteyen gözlerimi zorla durdurdum ve dışarıyı izlemeye başladım. 10 dakika kadar sonra çeşmeye gelmiştik. etrafta montla gezen herkesin içinde renkli mayolarıyla duran arkadaşlarımızı görünce mingyu arabayı biraz daha hızlandırdı.

jihoon'la ikimiz genelde ayrı takıldığımız için diğerlerine alışması uzun sürebilir diye düşünüyordum ama soonyoung'la ettiği sohbetten gerçekten keyif alıyormuş gibi bir hali vardı. seokmin ise kardeşi olduğunu tahmin ettiğim çocukla hafif bir tartışma içersindeydi. arabayı yanlarına park ettik ve çantalarını bagaja koymaya yardım etmek üzere arabadan indik. "oo jeongsu amcanın arabasıyla mı gidiyoruz gerçekten?" seokmin gülümseyerek konuşurken hala onunla tartışmaya çalışan kardeşinin yüzünü tek eliyle geriye doğru itti.

when the world was at war we kept dancing, minwonHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin