十八

40 5 0
                                    

mingyu

2 ağustos 1950
38. enlem, kuzey-güney sınırı

"UYANIN BAKALIM!" komutanın elinde demir bir sopayla ranzalarımıza vurmasıyla sıçrayarak yerimden fırladım. gözlerimi ovarak uyanmaya çalıştığım sırada karşımdaki yataktaki çocuğa baktım. korkudan çoktan kalkmış yatağını topluyordu. komutan yanında durunca ikimiz de sarsılarak dikleştik ve selam verdik. "rahat." her ne kadar rahat olmamızı söylese de kaşık çatlarından ciddi mi değil mi anlayamıyordum. etrafımızdaki tüm erler aynı bizim gibi yataklarının etrafına dizilmişti.

komutanımız taş çatlasa benden 2-3 yaş büyüktü ancak uzun süredir askeriyede olduğu belli olan bir disiplinle çalışıyordu. ayrıca bir astsubay çavuştu. o yüzden genç yaşlı demeden herkes ona saygıyla bakıyordu. choi seungcheol, babamın benden olmamı istediği adamdı.

"gece nöbeti sırası kimin?" etrafa göz gezdirdiği sırada ben ve karşımdaki çocuk bir adım öne çıkarak kendimizi belli ettik. "kim ve boo. anlaşıldı. hazırlanmak için 5 dakikanız var!" dedi ve selam vermemizi beklemeden küçük kaninden çıktı. dışarı çıkarken gördüğüm kadarıyla güneş henüz doğmamıştı. saat 5 civarı olmalıydı.

hızlı hızlı önümde üniformasını giymeye çalışan çocuğa baktım. bir süre sonra kendime geldim ve kendi üniformama yöneldim. "mingyu hyung, fazladan atletin var mı?" bir anda varlığını dibimde hissedince irkildim omzumun üstünden yatağımın üstündeki çantaya bakmaya çalışıyordu. cevap vermeden çantamdan bir atlet çıkararak ona fırlattım. teşekkür manasında eğildi ve ona büyük olduğu belli olan atleti seri hareketlerle giydi.

giyinme işimiz bitince hepimiz aynı tempoyla sayım için dışarı çıktık. grubumuz 15 kişiyle birlikte en az kalabalık gruptu. sanırım bizden sorumlu komutanımız genç olduğu içindi. "SAĞ BAŞTAN SAY!" komutanın sesiyle herkes pozisyona girdi ve sayım başladı.

"9. JEON BOHYUK!" kulaklarıma dolan isimle derin bir nefes almıştım. neredeyse bir ay olacaktı ancak ben hala içimdeki bu hissi atamamıştım. ne zaman vaktim olsa bohyuk'u köşeye sıkıştırıyor ve abisinden bir mektup gelip gelmediğini soruyordum. her seferinde içi sıkılarak hayır diyordu ve beni başından savıyordu. onun için de zor olmalıydı. benden nefret etse de her gün sormaktan vazgeçmeyecektim.

"14. BOO SEUNGKWAN!" sıranın bana geldiğini anlayarak bir adım öne çıktım. "15. KİM MİNGYU. SON!" diyerek bağırdım ve yerime geri geçtim. artık vücudum bu tempoya alışmıştı. "SOLA DÖN!" günlük sabah ısınması başlıyordu. günün en kolay görevi buydu. yerimizde dönüp en sonunda milli marşı okuyarak günü başlatıyorduk.

"kahvaltı için sıraya!" tek sıra halinde dizildik ve kahvaltıyı bekledik. günde şanslıysak iki öğün yiyebiliyorduk. bazı günler kahvaltıyla yetinmek durumunda kaldığımız için bu öğün çok önemliydi. ancak yemeğimiz kısıtlıydı. bir somun ekmek ve bir karton süt. bir kase pirinç için nelerimi vermezdim ama yemeklerimizi birleşik devletler karşılıyordu. ve adamların bu dönem içinde geleneksel yemek vermekle uğraşacağını düşünmüyordum.

tek başıma kahvaltımı yaparken yanıma dikilen bedenle odağım bozuldu. "bohyuk?" "mingyu hyung sütümü ister misin? biraz daha içersem kusacakmış gibi hissediyorum." sütünü bana uzatırken aklımın eski anılarla dolmasını engelleyemedim.

"bohyuk bir gün süt içmese de olur."

tanrım, umuyorum ki wonwoo hyung yemeklerini aksatmadan yiyordur.

bir süre cevap vermeden süt kutusuna bakınca önümdeki beden öksürerek dikkatimi üstüne çekti. "sütünü iç. dayanaklılığını güçlendirir." diyerek ekmeğimden kocaman bir ısırık aldım. "içersem gerçekten kusarım. istemiyorsan başkasına vereceğim." yanımdan ayrılmak üzere hareket ettiğinde kolundan tutarak ona baktım ve bana acı verici şekilde wonwoo'yu hatırlatan gözlerine baktım. "tamam içeceğim. ama yarın içsen iyi olur. abin kendine düzgün bakmadığını görse bana kızar."

when the world was at war we kept dancing, minwonHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin