82 10 2
                                    


28 nisan 1948
goheung-gun, jeollanam-do, güney kore

"paran var mı wonwoo?" babam ellerini üstündeki önlüğe silerken konuştu. iş kıyafetlerimi çıkarmış dükkandan çıkmaya hazırlanıyordum. ceketimin düğmelerini iliklerken personel odasının kapısına yaslanmış olan babama doğru döndüm. "evet var baba. teşekkürler." anladığını gösterir şekilde kafasını salladı ve işine devam etmek üzere arkasını dönerek odadan çıktı. "eve gelmeden önce bohyuk'u yemeğe götür. aç gelmeyin." her ne kadar benim gidip onu almamı gereksiz görse de karşı çıkmamıştı. kasanın yanına gittiğimde babamın yarı zamanlı işçisine baş selamı verdim. çıkmadan önce babam elime bir poşet tutuşturdu. içinde özenle yerleştirilmiş birkaç tane yumurtalı ekmek, iki tane soğuk çay ve iki şişe de su vardı. "yolda mingyu'yla yersiniz."

"afiyetle yiyeceğiz. teşekkürler baba." diyerek dükkandan çıktım ve babamın arkamdan seslenişini duydum. "dikkat et!" poşetin ağzını bağlayarak bisikletimin sepetine koydum ve koltuğa yerleştim. iş çıkış saatinde mingyu'ların evinin önünde buluşmak için sözleşmiştik. etraftaki esnaf sahiplerine selam vererek pedalları çevirmeye başladım. mingyu'yu çok fazla bekletmemek için elimden geldiğince hızlı gitmeye çalışıyordum. saçlarım rüzgarın etkisiyle geriye doğru uçuşuyordu. gitmeye devam ettikçe mahallenin tanıdıklarıyla karşılaşıyor vakit kaybetmemek adına gülümseyerek kafa selamı vermekle yetiniyordum.

belki 10, belki 15 dakika geçmişti ki kendimi mingyu'ların kapısının önünde buldum. mingyu bisikletiyle kapının önünde durmuş annesiyle konuşuyordu. bisikletimden inerek yanlarına doğru yürüdüm. "yeokja teyze, seni görmek ne güzel. nasılsın?" samimi olduğunu düşündüğüm bir ses tonuyla konuştum. kaçamak bakışlarla da mingyu'yu izliyordum.

ben bugün gezeceğiz diye giyimime özen göstermiş, fırında üstümü pisletmemek için baya bir çaba sarfetmiştim. ama o benim aksime gayet sportif ve rahat giyinmişti. içinde bir oduncu gömleği giymiş üstüne ise babasının amerikadan getirdiğini tahmin ettiğim yeşil bir mont atmıştı. bu montlar burada satışta değildi ama gazeteden yurt dışında ne kadar popüler olduklarını okumuştum. saçlarını düzleştirmişti ve bir şey yapmadan öylece bırakmıştı. bense fırından çıkmadan önce elimden geldiğince saçlarımı düzletmeye çalışmıştım.

"aigoo wonwoo-yah. asıl seni görmek güzel. gayet iyiyim seni sormalı." kıvırcık kısa saçları, günlük ve makyajı ve gül desenli elbisesiyle saygın bir ev hanımı olduğu belli oluyordu. "idare ediyorum bir şekilde." "size kimbap yaptım hepsini yiyin olur mu?" elindeki beze sarılı yemek kutusunu mingyu'nun sepetine koyarken konuştu. "çok teşekkür ederiz." iki eliyle tek elimi tutarak gülümsedi. "mingyu'ya göz kulak olasın, yoksa başınızı belaya sokabilir." mingyu başını geriye atarak mızmızlandı. "aah anne ilkokul çocuğu muyum ben? ne yapmamız gerektiğini biliyoruz teşekkürler." kolumdan tutarak beni kendine doğru çekti ve annesinin tutuşundan kurtardı.

annesi hala konuşmaya devam ederken çoktan bisikletlerimize binmiştik. "akşam görüşürüz anne!!" ve sürmeye başladık. bohyuk'un treninin gelmesine daha üç saat vardı. gidiş yolumuz bir buçuk saatten uzun sürmeyecekti o yüzden erkenden gidip şehri gezmeye karar verdik. "wonwoo hyung bugün beni nereye götürüyorsun bakalım?" yan yana sürerken başını benden tarafa çevirdi. bir süre düşünüyormuş gibi birkaç mırıltı çıkardım. "önce yeonhongdo adasına gidebiliriz diye düşündüm. güzel bisiklet yolları ve çiçek bahçeleri var. bohyuk'u almadan önce de suhyup susanmul balık pazarına uğramamız gerek. annem istiridye almamı istedi. sonra da beolgyo tren istasyonuna gidelim. beolgyo'da güzel kore barbeküsü yerleri var. yemek yiyip döneriz."

"oo barbekü mü? paraya kıyıyoruz yani. domuz göbeği de yer miyiz?" umutla bana bakınca dişlerimi göstererek güldüm. "domuz göbeği olmadan barbekü mü olurmuş gyu-ssi?" her konudan sohbet ederek uzun, kısa sokaklardan geçtik. bazı yerlerde durup babamın verdiği yumurtalı ekmekleri yedik. tabii mingyu her yerde yaptığı gibi benimle uğraşmadan duramadı. yemek molamız bitince tekrar yola koyulduk ve büyük bir ayçiçeği tarlasının arasından geçen bir yola vardık. "woaah şu çiçeklere baksana hyung." sanki görmüyormuşum gibi bir elini bisikletin gidonundan çekip işaret parmağıyla çiçekleri gösterdi. yüzünü de bana doğru çevirmişti. "gidonu bırakma!" dediğimi dinlemeden diğer elini de bırakıp kollarını iki tarafa doğru açarak derince nefes aldı. "bunun tadı böyle çıkarılır." endişeli bir şekilde düşmesini bekliyordum ama yaşanmasından korktuğum şey hiç olmadı.

when the world was at war we kept dancing, minwonHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin