HÜMA KUŞU
Çok çok eski zamanlarda yeşilbaşlı, siyah kanatlı, cennet kuşu denir bir kuş yaşarmış. Bu kuş cennette yaşar, yedi kat göklerde ve burçlarda durmaksızın uçarmış. Öyle yüksekte uçarmış ki havada yumurtlar, yumurta yere düşmeden, havadayken yavrusu yumurtadan çıkarmış. Cennet kuşu olduğu için gölgesini görmek bile zenginlik ve mutluluk demekmiş. Asla ele geçirilemez, tuzağa düşürülemezmiş.
Oğuz Han destanında Hüma Kuşu diye anlatılan bu kuşa, güçlü ve erişilmez bir savaşçı olduğu için devlet kuşu da denilmiş. Bir hükümdar öldüğünde halk meydanda toplanır, Hüma kuşunun omuzuna konduğu ya da gölgesinin düştüğü kişi hükümdar ilan edilirmiş.
Osmanlı saraylarında bile hükümdarlık bu kuş ile ifade edilirmiş. Osmanlıda padişah fermanına Hatt-ı Hümâyun denilmiş mesela. Hümayun, padişaha ait anlamına gelirmiş.
İşte şimdi yüzyıllarca yaşamış o devlet yerle yeksan olunca, Hüma kuşu hakimiyetin olduğu göklerde süzülmüş, gölgesi Mustafa Kemal Paşa'nın üzerine düşmüştü.
Son birkaç yılın verdiği harabiyet , eskiyi tamir etmekle düzelecek gibi değildi. Enkazı tamamen yıkıp yeniden inşa etmek gerekti. Düzen yeniden kurulacak, enkazı kaldırırken çok başlar ağrıyacaktı.
Esaret altında geçirilen yirmi yedi ay boyunca hayat durmuştu sanki. Ashab-ı Kehf gibi zamandan arıtılmış, hayatın donduğu, akla ziyan, kalbe isyan, baş açık ayak üryan , hayat mücadelesiyle geçen, söylemesi dile kolay iki yıldan fazla süre.
Sudan çıkmış balıklar misali oradan oraya koşturan, başına dam arayan insanlarla tam bir keşmekeş yaşanıyordu şimdilerde kasabada. Dağlardan indikçe, sefalet içinde sığındıkları kışlalardan döndükçe, köylerinde otları ocakları kalmamış insanlar yardım alabilmek için belediyeye koşuyor, umduğunu bulamadıklarından çaresiz kendi imkânlarıyla, harap olmuş evlerini derme çatma, yaşanabilir bir hale getiriyorlardı.
Kaya Bey'in ailesi gibi, onarılabilecek bir evi kalmayanları, belediye kaçan Rumların evlerine yerleştiriyordu. Bunca zaman yapılanların karşılığını alacakları korkusuyla tek bir Rum aile bile kalmamıştı kasabada. Kalsalardı, intikam duygusuyla dolup taşmış Türk halkı da onların varlığına tahammül edemezdi büyük ihtimalle.
Taşlı tarlalarda yaşadıkları birkaç geceden sonra, belediyenin kapısını aşındıra aşındıra eylül ayının yirmisinde nihayet başlarını sokabilecekleri bir Rum evine yerleşme iznini alabilmişti Kaya Bey. Daha önce zengin bir Rum tüccara ait olan bu dört katlı taş evde yaşamaya başladıkları neredeyse beş ay olmuştu. Yüksek tavanlı, çok katlı bu eve kalabalık ailenin yanı sıra, Kaya Bey'in biricik kızı Fadime ve damadı Ali ile birlikte, Alinin anası ve kız kardeşleri de sığınmıştı.
Yeniden yapılandırmaya çalıştıkları yaşamlarındaki en büyük sevinç Nuri'nin askerden sağ salim dönüşü olmuştu elbette. İyiden iyiye zayıflamış, gözleri çökmüş, heybetli halinden eser kalmamış enkaz halinde dönen Nuri, Hatçe Gelinin cıvıltıları ve mükemmel bakımı ile kısa sürede kendine gelmiş yeniden hayata tutunmuştu.
Rahmetli Ahmet'in emaneti Huriye Gelin, kasabaya indikten sonra babasının evine dönmüştü. Kaya Bey oğlundan emanet bu genç kadının gitmesini hiç istememişti ama kızın babası haklıydı. Huriye çok gençti, Ahmet'le evliliğinden bir çocuğu da olmamıştı. Dünürü, "kızımın elinden anne olma şansını almayalım Kaya Bey" dediğinde hak vermişti adama.
Ev önceden Rumların yaşadığı Balıkpazarı mahallesinde, deniz kenarına yapılmış dört katlı bir binaydı. Evin giriş kapısı caddeye bakıyordu. Arka tarafında sahile açılan ikinci bir kapısı vardı. Kendi evlerinden tamamen farklı inşa edilmiş, bambaşka bir kültürün izlerini taşıyan bu ev, yeni baştan kuracakları hayatları için çok iyi bir başlangıç mekanıydı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
yadigâr
Fiksi SejarahYüz yıl önce başlamış olsa da hayatları, tıpkı bugünkü gibi yaşadılar acıları, sevinçleri, aşkları. Acılarla yoğrulmuş bir hayatları, ihanetle savaşları, hayata tutunmak için kaçışları, sımsıkı tutundukları bir aşkları, tarihi baştan yazacak umutla...