Muzaffer'in Gazabı

82 8 5
                                    

Ekim aylarının sonunda gelen pastırma sıcakları yılın en sevdiğim zamanlarından biridir. Yazın bitmiş olmasının verdiği hüzün, İç Anadolu'nun yaklaşan soğuğunun verdiği tedirginlik derken pastırma sıcakları çıkıverir karşımıza.

Bu sıcaklar geldiğinde okulda da bir hareketlilik olurdu. Adam akıllı bir spor salonumuz olmadığı için bütün turnuvaları bahçede yapmak zorundaydık ve bunun için güzel havalar şarttı. Yılın bu zamanı voleybol turnuvası için biçilmiş kaftandı.

Bizim sınıf (10-A), 11-C ile karşılaşacaktı. Voleybola fazla ilgim olmasa da prensip gereği yenilmeyi hazmedemiyorum ben. Hele de 11-C sınıfı ile karşı karşıya geleceksek asla yenilemezdik. Bu 11-C, Tello'ların döneminden daha beterdi. İçlerinde, "İhanet" hikayesinden hatırlayacağınız, bana saldıran ekipten üç arkadaş vardı. Bu nedenle maç daha da bir önem kazanmıştı.

Oyuncular hazır, taraftarlar yerlerini almış ve maç başlamıştı. İyi bir takımdık, özellikle Afra ve Sena sınıfımızın gücüne güç katıyordu. Yalnız, rakip de fena değildi, sağlam oyuncuları vardı. Kıran kırana bir maç oluyordu. İlk seti rakibin kazanmasıyla moralimiz bozuldu. Bizim moraller düşünce hemen devreye sınıfımızın reisi Gülsima girdi.

Gülsima, tezahüratlarıyla her daim yanımızda olan, bize pozitif enerji aşılayan bir arkadaştı. Rakip, servis atışı kullanırken "Top file, top top file!", biz kullanırken "Çivi gibi, çivi gibi çak çak çak!" diye bağırırdı. "Moralini bozma, karşındaki kazma!" gibi tezahüratlar hocalar tarafından yasaklandığı için anca bu kadar oluyordu.

Yeterince gazımızı aldıktan sonra ikinci sete iyi başladık. Top çizgide mi değil mi gibi ufak tefek tartışmalı pozisyonlara rağmen az bir farkla kazanmayı başardık. Güzel bir geri dönüşün ardından artık maçı koparmalıydık.

Üçüncü seti de harika oynayarak maçı kazanan taraf biz, suratları düşen taraf onlar oldu. Yalnız sadece suratları düşmemiş, kendi içlerinde haksızlığa uğradıklarını da tartışıyorlardı. Rakip böyle davranırken bizim de kuru kuru galibiyet kutlayacak halimiz yoktu. Başladık hep bir ağızdan "Bir mahsun mor menekşe ağlıyor mu ne!" söylemeye. Her türlü rakibi tahrik etme, çirkeflik bizim sınıfta mevcuttu. Sınıf hocamız da bize ayak uydurmuş, beraber okulu inletiyorduk. İlkokuldaki gibi "Yendik şişirdik, dolma yaptık pişirdik!" söyleyecek halimiz yoktu tabii. Rakip de tahrik olmaya dünden razıydı zaten, aramızda ufak çaplı bir kriz yaşandı. Bu kriz "Üçüncü seti farkla kazandık, bir sayı için ağlamayın." demem üzerine okulun koridorlarına taşındı.

Bir tarafta boyu 1.70 bir kız, bir tarafta 1.90'lık kız diğer tarafta 10 kilo ben ve 1.10 Sevde. Gidip 1.70'liğe omuz atmaya kalkmam üzerine kız beni sümük gibi duvara yapıştırdı. Sevde hemen araya girdi.
Arkadaşlarımızdan biri de bu olayı görüp Muzaffer Hoca'ya "Hocaaaaam kavga var!" diye koştu.

Muzaffer Hoca'nın koridora çıktığını görür görmez biz Sevde'yle hemen topukladık, sınıfımıza doğru yol aldık. Yalnız, dersimiz İngilizceydi ve canımız zerre derse girmek istemiyordu. Bu gibi durumlarda Sevde'yle birbirimize bakıp "Hadi dersten kaçalım!" dememiz tam üç saniye sürerdi. Tabii dersten kaçmak derken okulu asıp gitmekten bahsetmiyorum. Çünkü okulumuz dağ başındaydı ve merkeze çok uzaktı. Servisleri bekleme zorunluluğumuz olduğundan bahçede gizleniyorduk. Zaten son dersti, Sevde hemen yurda çıkar ben de servise atlar giderdim.

Şansımıza son derste kardeş sınıfımız 10-C'nin beden eğitimi dersi vardı. Hemen onlara dahil olduk, beraber maç yapacaktık ki nöbetçi öğrenci gelip Sevde'yle beni Muzaffer Hoca'nın beklediğini söyledi. Sevde'yle birbirimize "Haydaaaa!" bakışı attıktan sonra odanın yolunu tuttuk.

Meğer bu takıştığımız kızlar, bizi bir güzel şikâyet etmiş, Muzaffer Hoca nöbetçi öğrenciyi bizim sınıfa yollamış, biz sınıfta olmayınca da kaçtığımız anlaşılmış tabii. Efendi gibi dersimize girmiş olsak iki azar yiyip yollanacaktık; fakat şimdi yanmıştık. Ölmüştük de gömenimiz yoktu...

Odaya girdiğimizde Muzaffer Hoca sinirden kıpkırmızıydı. Hakkımızdaki şikâyetin konusunu dahi açmadı.

"Ders saatinde ne yapıyordunuz?"

Hiç girmemektense geç girmek daha iyi diye düşünerek "Hocam inanır mısınız, biz de tam derse girmek üzereydik." dedim. Yalnız taktiğim tutmadı. Muzaffer Hoca daha da kızardı.

"Saatten haberiniz var mı sizin? Dalga mı geçiyorsun sen?!"

Bunun üzerine, "Sakın bir daha cevap verme, başını yerden kaldırma, çok üzgün ve pişman gibi görün." diye beynime telkinler yolluyordum ki Muzaffer Hoca tekrardan "Ne-den der-se gir-me-di-niz?" diye aynen böyle heceleyerek sordu. Belli ki bir cevap bekliyordu adamcağız.

"Girmedik işte!" dedim. Yalnız, beklediği cevap kesinlikle bu değildi. Yüce Rabbim kullarına beyin dağıtırken ben oradan da kaçmışım herhalde, başka açıklaması olamazdı çünkü. Bir insanda kriz yönetimi bu kadar mı olmaz arkadaş ya?

Verdiğim cevabın üzerine Muzaffer Hoca, elini masaya öyle bir vurdu ki, yemin ederim masa çat diye ikiye yarılacaktı. O el var ya, pert oldu. Adamcağız acıdan iyice kızardı. Elindeki anahtarı manahtarı yere fırlattı. "Ne demek girmedik işte?" diye bir bağırdı, bırak bütün okuldan duyulmayı, camlar mamlar titredi, İç Anadolu bölgesinde 4.2 şiddetinde deprem meydana geldi. Bu sefer harbiden başımı yerden kaldıramadım.

"Bir daha, bir derse bir saniye bile geç kaldığınızı duyarsam veya görürsem disipline göndereceğim sizi!" diye tembihleyerek bizi odasından yolladı. İşte şimdi mahvolmuştuk. Bizim için derse geç kalmamak demek, sınıftan hiç çıkmamak demekti. Kırk dakika dersin ardından on dakika teneffüs neyimize yetsin kardeşim? Yaşayan bir ölüydük biz artık. Neyse ki olaydan ailelerimizin haberi olmadı. Yoksa bir de annem bağırırdı, 3.4 şiddetinde bir depremi daha kaldıramazdı bu bünye.

Sevde'yle ilk haftayı hiç geç kalmadan başarılı bir şekilde kapattık. Her yere koşarak gidip geliyorduk, dakikliğin kitabını yazmıştık. Yalnız bu başarımız çok uzun sürmeyecekti. Kimya hocamız sahneye çıkıp, "Ben, bu oyunu bozarım!" diyecekti. Ah hocam, ah...

Okulda DenemeyinizHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin