Sendromsuz Pazartesi

37 5 3
                                    

23 Nisan resmi tatilinin pazartesi gününe denk gelmesi ve her senenin aksine havanın güzel olmasından dolayı etrafta inanılmaz bir kalabalık vardı. Kaldırımlar dolup taşmış, trafik kitlenmiş, sinirler gerilmiş, kornalar zaaart zaaart hiç susmuyordu. Piknik tüpünü kapan dışarı fırlamış ve yoğun bir mangal kokusuyla karşı karşıyaydık.  Metrekare başına üç beyaz atletli, göbekli amca düşüyordu. Bizim gibi kısırını böreğini alıp mini piknik yapma hayaliyle yanıp tutuşanlara "Mangalınız yoksa yallah evinize!" bakışı atılıyordu. Lakin biz piknik yapma konusunda ısrarcıydık ve zor da olsa çimenlerde kendimize yer bulduk.

Topu topu altı kişiydik; ama yanımızda bir orduya yetecek kadar yiyecek içecek vardı. Haliyle yarısından çoğunu yiyemedik ve elimizde kaldı. Yalnız, gezip tozmak istiyorduk ve bu kadar şeyi elimizde taşıyamazdık. Ne yapsak diye düşünürken Ulviye'nin aklına bir fikir geldi:

"Hadi çocuklara sorular soralım, bilenlere de ödül olarak elimizde kalanları verelim."

Bizce dahiyane bir fikirdi, hemen kameramızı çıkardık ve sanki röportaj yapmaya gelmişiz gibi çocukları çekmeye başladık.
"Bugünü çocuklara armağan eden kişi kimdir?"

"Ataaaatüüüüüürk!"

"Aferin, al bakalım üçte biri içilmiş iki buçuk litrelik Fanta senin oldu."

"Hey sen, söyle bakalım bu bayramın tam adı nedir?"

"Yirmi Üç Niiisan Ulusal Egemenlik ve Çocuuuk Bayramıııııı!"

"Aferin, sen de iki buçuk litrelik Coca Cola kazandın."

Etraf bir anda boyları kadar kolaları kucaklayıp "Anne bak ne kazandım!" diye sevinç çığlıkları atarak ailelerine koşan çocuklarla dolmuştu. Kamerayı gören geliyordu. Çocuklarının saçlarını başlarını düzelten mi ararsın, bu hangi kanal diye soran mı ararsın, herkes etrafımıza toplanmıştı. Biz de hiç bozuntuya vermeden işimizi büyük bir ciddiyetle yapmaya devam ediyorduk. Elimizde avucumuzda ne varsa hepsini dağıttıktan sonra çocuklara veda edip yanlarından ayrıldık.

Her ne kadar yiyeceklerimizi dağıtmış, yükümüzü hafifletmiş olsak da poşetler hala elimizdeydi. Bu sefer de benim aklıma bir hinlik geldi. Bu kafa sadece hinlik düşünüyordu; çünkü başka herhangi bir işlevde 404 not found hatası veriyordu. Allah da beni böyle yaratmış ne yapalım...

Aldım elime siyah poşeti "Hadi, insanların olduğu yere atıp kaçalım, bomba sansınlar, ehe ehe ehe." deme gafletinde bulundum. Senanur ve Ulviye sanki hayatları boyunca hep bu teklifi bekliyormuşçasına hemen kabul ettiler.

Bunun üzerine diğer üç arkadaşımız bizi tanımıyormuş gibi yaparak yanımızdan uzaklaştılar. Zaten Senanur, Ulviye ve ben ne zaman bir araya gelsek diğer arkadaşlarımız bizden utanarak uzaklaşırlardı. Onlar on altı yaşındaydı belki ama biz üçümüzün yaşlarını toplasak on altı etmiyordu ve etmeyecekti. Biz hep çocuk kalacaktık.

Şu zamanda böyle bir şey yapmaya çocuk aklınızla dahi kalkışamazsınız. Ama o dönemler mermiye kafa atan halkımız, şüpheli paketlerden hiç korkmuyordu. Beş farklı kişinin üzerinde beş farklı deneme gerçekleştirmemize rağmen hepsinden aynı tepkiyi aldık. Umursamadılar. Bir an bile dönüp bakmadılar. Bir kişi bile "Siz ne yapıyorsunuz değişikler?" demedi. Bunun üzerine aldık poşetleri en başta yapmamız gerekeni yaptık, yani çöpe attık. Şimdi hinlik düşünme sırası Senanur'daydı. Vardiyalı çalışıyorduk biz. Sabahtan öğlene kadar Ulviye, sonrasında ben, benden sonra gece vardiyası Senanur'undu.

Bulunduğumuz parkta çocuklar için parkın etrafını dolaşan, yanları açık bir tren ve hemen önümüzde ise su hortumu vardı. Senanur hemen devreye girdi:

"Hadi, bu hortumla tren geçerken içindekileri ıslatalım!" dedi; lakin biz oralı olmadık. Daha iyi bir fikrimiz vardı. Hortumu rayların üzerine koyacaktık, tren geçerken su fışkıracak ve kendi kendilerini ıslatmış olacaklardı. Fizik kurallarına aykırı olan planımızı gerçekleştirmek üzere hortumu rayların üzerine bırakıp çalıların arkasına saklandık. Haliyle tren hortumun üzerinden geçerken cort diye bir ses çıktı ve bizim hortum ortadan ikiye yarıldı. Hayır bir hortumdan ne bekliyorsun ki bu kadar? Fiziğe meydan mı okusun, ne yapsın bu hortum? Biz var ya bu IQ ile bu yaşa iyi gelmişiz he.

Biz melül melül birbirimize bakarken "Hay ben bu hortumu buraya koyanın..." diye bir ses yükseldi.

Anlaşılan, hortumun ikiye yarıldığını gören görevli abimiz birazcık sinirlenmişti. Bunun üzerine çalıların arasına iyice büzüldük, fark edilmemek için bildiğimiz bütün duaları okuyorduk. Gerilim tavan yapmıştı, nefes bile almıyorduk. O an Ulviye'nin kalp atışlarını duyduğuma yemin edebilirim.

Abi, hortumu eline alıp söylenmeye devam ederken bir anda çalıların arasından fırlayıp kaçmaya başladık. Bizi gören görevli abi arkamızdan "Eşşoleşşekler!" diye bağırarak depara kalktı. Bunun üzerine Allah ne verdiyse yardırdık. Koştuk Allah koştuk. Aramızdan en yavaşımız Senanur'un bile içine Usain Bolt kaçmış gibiydi.

Bir süre sonra arkamıza baktığımızda görevli abinin peşimizde olmadığını gördük, tehlike geçmişti. Soluklanmak için durduk. Senanur hala şaşkınlığını gizleyemiyordu.

"Abi, o hortum nasıl yarıldı öyle ya?"

Okulda DenemeyinizHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin