Kendinizi bir masal kahramanı olarak hayal ettiğinizde prenses karakterler mi olurdunuz, yoksa güçlü savaşçı olan karakterler mi? Ben hayatımızın ciddi bir kısmında anne travması yaşayarak zaten Milena ile güçlü iki savaşçı olduğumuzu düşünüyorum. Elbette Emine Teyze bizlere elinden geldiği kadar sıcak yemekler yapar, hasta olduğumuzda başımızı tutar, üstümüz kirlendiğinde mutlaka bunun hali ne böyle diye sorardı ama hiçbir zaman bir anne sıcaklığı kadar saramazdı. Bir gün annemi bir kez daha görsem derdim ki, Milena büyüdüğünde onun yüzüne nasıl bakacaksın?
Yani tabi bunları düşünürken tek hayal kırıklığımın annem olduğunu da düşünerek sorgulardım hayatı. Şu an aslında yürüyen bir hayal kırıklığı olduğumu da göz önüne aldığımda minik ve hiçbir şeyden haberi olmayan kardeşim ve ben aslında içimize kocaman dünyaları sığdırıyormuşuz. Dünyanın binbir farklı ülkesinden tüm sevgi çeşitlerini getirseler, miniğin bana olan sevgisi kadar değerli ve kıymetlisini kesinlikle göremezdim. O saf ve temizdi bir kere. Hayata karşı kötülüklerden korunmuştu. Çizgi filmleri, ana sınıfındaki arkadaşları ve çok sevdiği pankekleri ile dünyanın en mutlu insanı olabilirdi. Oyun oynamak onun için nefes almak kadar rahatlatıcı bir aktiviteydi. Dünyanın tüm sevgi dilleri bir araya gelse "Oyun oynayalım mı minik tavşanla?" sorusunu onun kadar güzel söyleyemezdi.
Aynaya bakıp yeni ördüğüm saçlarının üzerinden ellerini gezdirdi ve yanağıma bir öpücük kondurdu:
"Sen bunu minik ellerinle mi yaptın?"
"Eveet, beğendin mi?"
"Çok güzel olmuş, artık benim de saçlarımı ören ablam var diyeceğim arkadaşlarıma. Aybike'nin saçlarını hep örüyor annesi biliyor musun? Bana senin annen saçlarını örmeyi bilmiyor mu dedi."
Belki de dünya Milena için sandığım kadar saf değildi.
"Ablakuşu, istediğin zaman saçını örebiliriz. Arkadaşına da öyle de, ben ördürmek istemediğim için ablam örmüyor diye."
"Biliyorum, ama onun saçlarını annesi örüyormuş."
İçindeki derin hüznünü ve minik tavşanını da alıp odadan çıktı. Haklıydı.
Annem, tabi eğer hala annemse Milena doğduğu yıl apar topar küçücük çocuğu da arkada bırakarak evi terk etmişti. Gözlerimle donuk duvarları izleyip izleyip ağladığım bir ortaokul serüvenim olmuştu sayesinde. Balkonun yolu gören kısmından her gece dua eder ve annemin geleceği saati beklerdim. Hiçbir zaman gelmemişti. Babamsa bir sabah uyanıp bu haberi bize yüzünde tek bir ifade oynamadan vermişti.
"Annen bir daha gelmeyecek Ahu. Yurtdışında yaşayacağı bir iş bulmuş."
"Bizi bırakıyor mu yani?"
Babam hayatı boyunca tek bir soruma cevap verememişti. O da buydu.
Çiçek çiçek açan bir nisan sabahında yeşillenen doğanın renklerini gözüm görmüyordu. Dünya yeniden canlanırken bana renkler kapkaranlık geliyordu. Çiçekleri annem çok severdi, belki de bu yüzden bir daha asla hiçbir çiçek güzel kokmamıştı. Haftasına Anneler Günü kutlanmış, ben o günü her sene olduğu gibi tek başına kutlamıştım. Babam, bize daha çok annelik yapmıştı. Bu da büyük bir gerçekti. Şimdi geriye dönüp baktığımda belki bize %100 doğru değildi, ama en azından hala yanımızdaydı ve bir gece ansızın kimseye haber vermeden evden kaçıp gitmemişti. Bizimleydi.
Milena, babam ve ben okula giderken sanki yıllardır geçmediğim bir yoldan geçiyor gibiydik.
"Baba nereye gidiyoruz?"
"Caner abin bizi bekliyor onu da alacağız oradan sonra seni okula bırakıp şirkete geçeceğiz ön koltuk prensesi."
"Bu arkaya geç demek yani." dedim gülerek.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Hayatsızlar
ChickLitKavga seslerinden uzaklaşırken yolu yarılamış, sakin ve biraz da ıssız denebilecek bir sokağın köşesini dönmüştüm. Serin diye tabir ettiğim hava sokakta çok bina olmamasından mı kaynaklıdır bilmem birden derinden bir rüzgarla esmeye başlamıştı. Atkı...