Bölüm 1: Son Mutluluk.

601 29 11
                                    

Küçük bir köyünde yaşıyorduk Osmanlı devletinin. Yarı Türk yarı Bulgardık kız kardeşim Tatiana ile. Bugünün tarihi 18 şubat 1541'idi. 16 yaşına giriyordum. Kış ayını zor geçiriyorduk.

Her şeyden habersiz kısa ve normal bir doğum günü geçireceğimi zannediyordum. Oysaki bu benim son mutlu günümmüş: Son mutluluğum, kardeşimle olan son günüm, ve son doğum günümdü. Belki bundan sonra çok doğum yılım gelip geçecekti, ama ruhen ölü ve gömülmeyi unutulmuş bir beden olacaktım.

Bir minderin üstünde oturuyordum. Dışarıdan türklerin sesleri geliyordu. Bazıları mallarını satmak için bağırıyorlardı, bir kaç tüccar sohbet ediyordu. Bir an aklıma yıllar önce bizi evimizden koparan Osmanlı askerleri geldi aklıma, ailemi öldüren vicdansızlar. Kardeşim Tatiana karşımdaki minderin üzerine oturdu.

Tatiana: "yine, her günki gibi soğuk içerisi." Mırıldanıyordu yine her zamanki gibi. Yüzünde kısa ve acı bir gülümsemeyle baktı bana.

"Bir hediye almak isterdim sana. Ama biliyorum gene lüzum yok diyeceksin." Hafif bulgar aksanıyla konuşuyorduk. Bugün konuşasım yoktu. Sessiz, sakin ve uysal biriydim genelde. Kardeşim ise aksine konuşkan, cana yakın ve biraz da yaramaz bir karakterdeydi. Belki dışarıdan soğuk birisi gibi gözükebilirdim, ama yüreğim cayır cayır yanıyordu. Ailemin vefatından bu zamana kadar kardeşimle her zaman ilgilenmiştim, böyle de devam edecekti. O günden beri diğer insanlar tarafından hep soğuk birisi olarak görüldüm, ve bundan da hiç rahatsız olmadım.

Dışarıdan gelen gürültüyle ayağa kalktım. İnsanların bağırışmaları kulaklarımda yankılanıyor, dehşetle kardeşime bakıyordum. Neler olduğunu anlamak imkansız değildi. Osmanlı askerleri gelmişti. Kendi milletlerine acımayarak genç kızları ailelerinden koparıp farklı saraylara gönderiyorlardı. Şanssız olanlar ise köle olup pazarda satılıyorlardı.

Kardeşimin elinden tuttum ve yerin altında olan ve küf kokan bir kilerin içine saklandık. Bu karanlık yere girerken ahşap merdivenlerin gıcırtısı insanı korkutuyordu. Kilerin odundan kapağını üstümüze kapattım ve kardeşimle karanlığa gömüldük. Bundan sonra kaderimizde ne varsa o olacaktı, bize düşen şey ise sadece sükunetle beklemekti. Kardeşimi kollarımın arasına aldım ve bir köşeye çekilip yere yığıldık.

Duyabildiğim tek şey insanların çığlığı ve kalbimin deli gibi atmasıydı. Birden kapının kırıldığını duydum. Bir gümbürtü oluştu. Bir kaç asker şu an üstümüzde ayak adımlarını atıyorlardı. Evde kimseyi göremedikleri için kalbim bir yandan sakin kalmam gerektiğini söylüyordu. Ta ki kardeşim ağlamaya başlayana dek. Elimi onun ağızına sıkıca bastırdım, gözyaşları elimin üzerinden akıp gitti. Şimdi kalbim atmıyordu bile sanki. Bir kaç adım sesinin üzerimize doğru geldiğini duyuyordum.

Kapak aniden açıldı. İki asker içeri girdi birisi Tatianayı biriside beni kolumdan tutup evin dışarısına çıkardılar. İşte kurtulma diye bir şansımız kalmamıştı artık. Kafesin içinde olan yaralı bir kuş misali. Etrafıma baktığımda görebildiğim tek şey bazı ailelerin çaresizce ağlamasıydı. Bazıları ise benim gibi donup kalmış etraftaki dağınıklığa ve yerdeki kıpkırmızı kanlara bakıyorlardı.

"ABLAA!" Diye bağırdı ince sesli bir kız çocuğu. Tatianaydı. Ona baktım, ağlamaya başladım. İsmini bağırdım sayısızca. Bizi tutan askerler yavaşca uzaklaştırıyorlardı bizi birbimizden, ne kadar çabalasakta karşı koyamadık askerlere.

Göz yaşlarımın sayısı yoktu. Bağırıyorduk sadece, zaten ten bunu yapabiliyorduk.
Son kez gözlerinin içine baktım daha hiç bir şeyden haberi olmayan masum kardeşime: "ne me zabravyai!" Diye bağırdım. Artık boğazım ağırıyordu. Bir kaç asker daha önümden geçti, bir kaç saniyeliğine kardeşimi göremedim. Askerler geçtikten sonra kardeşimi dört gözle aradım ama bulamadım. Kaybolmuştu. Kim bilir sonumuz ne olacaktı. Onu göremediğimde bağırıp çağırmanın bir anlamı olmadığını biliyordum o yüzden sustum. Bitkin bir şekilde düştüm askerlerin kollarına, onların beni sürüklemesine izin verdim.

Kahverengi saçlarım geldi gözlerimin önüme. Yaş olan tenime dokundular, ıslandılar. Bugün, işte bugün bitti benim hayatım. Kendimi bildim bileli özgür ruhluyumdur ben. Ama artık kafesin içine tıktırılmış, ve kaçmayı isteyen çaresiz ve zavallı bir küçük kuş. Son söylediğim sözler yankılandı kulağımda.

Unutma beni..
Unutma beni...
Unutma beni....

🌪

Denizin tuzlu ve acı suyu ağızıma girdi. Bedenim denizin sonsuzluğunda yüzüyordu. Elbisem suyun altında dans ediyordu. Bir kaç gemi parçası etrafımdaydı. Belli ki beni kaçıran askerlerin bindirdiği gemi talihsiz bir şekilde batmıştı. Hala yaşıyor olmam benim şanslı mı yoksa şanssız mı olduğum anlamına geliyordu? Galiba ikiside. Sonra tekrar gözlerim kapandı ve karanlığa gömüldüm. Bedenimin bir denizkızı olmasına izin verdim.

🌪

Midemden ağızıma gelen iğrenç deniz suyunun tadını aldım. Biraz kalktım ve suyu kustum. Tekrar yere yığıldığımda etrafa bakındım. Batan geminin yerine bu gemi daha büyüktü. Etrafımda balıkçı tipinde adamlar vardı. Ben diğer adamlara bakarken, diğer balıkçılara göre daha iri yarı, uzun sakallı biraz yaşlı ve daha iyi giyinmiş bir adam bana doğru yaklaştı. O bana yaklaştıkça ben geriye doğru gitmeye çalıştım, ama nafile ıslak bedenimle gidemiyordum.

Bana çok yaklaştı ve çenemi tutup ona bakmamı sağladı. "Sen kimsin?!" Diye bağırdım, ardından öksürdüm.

"Ben Hayreddin Paşa, yada Barbaros da diyebilirsin." Adama tiksintiyle baktım. Yüzümü onun ellerinden çektim. Barbaros benden uzaklaştı ve balıkçılara baktı. "Güzelmiş. Saruhan(Manisa) sancağına gidiyoruz. Şehzademiz Mustafa için güzel bir hatun." Şehzade Mustafa mı?! Şimdi nolacaktı kim bilir...

Osmanlı'nın AşkıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin