Yaşanan olayın ertesi gününde her yerleri dayak yemiş gibi olsa da yataktan bedenlerini sürünerek çıkardı her biri. Biri pas lekeleriyle bezenmiş alüminyum bir lavaboda yüzünü yıkıyor, diğeri eski bir çaydanlığa çay demliyordu. Öbürü erzak poşetinden kahvaltılık malzemeleri sofraya çıkarırken bir diğeri tel dolapta çatal, bardak, tabak gibi şeyler arıyordu.
Daha sağlıklı bir günde olsalardı parmaklarını dip boğumlarıyla birlikte yiyebilecekleri kadar lezzetli bu yiyecekler onlara tatsız ve tuzsuz gelmişti.
Yemekten sonra salondaki sedire ve yer minderlerine yine gelişi güzel yerleştiler ve plan yapmak için kollarını sıvadılar.
Saatler süren istişareler sonuç vermemiş, nereden battılarsa oradan çıkamamışlardı. Bu onların da kişisel meselesi haline gelmiş, hatta kişisellikten de çıkmış bir durum olsa da Emir Kullarından herhangi bir yardım isteyecek yüzleri yoktu.
Kendi kendilerine ürettikleri çözümler de ellerindeki bilgi yetersizliği nedeniyle hep çıkmaz sokağa sokuyordu.
Saniyeler dakikaları, dakikalar da saatleri kovalamış, akşam olmuştu. Konunun hararetinden hiçbiri bunu fark etmemişti, ta ki dış kapının tok bir sesle vurulduğu ana kadar.
"Hayırdır inşallah?" diyerek yerinden kalkan Miraç kapıya yöneldi.
Dış kapının hemen yanındaki pencereye eğilerek gelenin kim olduğunu görmeye çalıştı. Pencerenin pervazlarına çiviyle tutturulmuş tülün ardında uzun boylu, yapılı, orta yaş üstü bir adam dikiliyordu. Alnı açılmış, kırdan beyaza çalan saçları ise seyrelmeye yüz tutmuştu. Yüzündeki ifadesi ciddi, ellerini önünde kavuşturmuş ve bacaklarını iki yana açmış kapının açılmasını bekliyordu.
Kapıyı hafifçe aralayan Miraç, "Buyurun?" dedi.
"Merhaba evlat, ben Agâh. Molla'nın uzaktan akrabasıyım. Mevzuyu duyup en kısa zamanda gelmeye çalıştım. Önce konağa uğrayıp malumatı aldıktan sonra sizinle de konuşup sizden de dinlemek için buraya uğrayayım dedim. Mahsuru yoksa gelebilir miyim?" dedi.
"Tabii ki, buyurun lütfen." dedikten sonra Miraç kapıyı sonuna kadar açıp onu buyur etti. Eliyle de oturdukları odayı işaret etti. Havanın karardığını fark etmedikleri için sönük kalan ışığı yakmayı akıl etti ve "Sohbetin hararetinden akşam olduğunu fark etmemişiz. Ondan yakmamışız ışığı kusura bakmayın." diye açıklama gereksinimi duydu.
"Estağfurullah evlat, ne kusuru? Merhabalar hanımlar, ben Agâh." dedikten sonra tokalaşmak için tek tek herkese elini uzattı.
Tokalaşan herkes tek tek ismini söyledikten sonra 'tanıştıklarına memnun oldukları' faslı da geçtiler.
Asya, "İsterseniz ben bir çay koyayım." diye ayaklanıp mutfağa yöneldi.
Agâh onun arkasından, "Zahmet olmazsa kızım." dedi ve diğerlerine dönerek, "Eee anlatın bakalım gençler, neler oldu?" dedi.
Miraç kendi başından geçenleri, Asyayla karşılaşmasını, olayın Demokanla temasını, Erzurum'a gelmelerini ve kendisine Zernişan diyen kadim bir yaratığın Cemre'nin bedenini ele geçirerek Molla'yı nasıl öldürdüğünü ince ayrıntısına kadar anlattı. Sonra Demokan'ın onları konaktan kovduğunu, Cemre'nin göğsündeki mührü nasıl keşfettiklerinden bahsetti.
Cemre kendisiyle ilgili olan kısımda sıkıntıyla olduğu yere sindi.
Tüm bu süreci ciddiyetle dinleyen Agâh Amca, "Hmmm." demekle yetindi ve bardağındaki yarıya gelmiş çayından bir yudum alıp başını salladı.
Asya önemli bir detayı eklemek ister gibi devreye girdi ve olay anında Molla ile orada olduğunu, bu kadim yaratıkla daha önce de karşılaşmış olduklarından bahsettiğini, onun ölümünün beklenmedik olduğu kadar bir nevi planlı olduğunu, defterler detayını atlayarak anlattı. "Son anında kulağıma 'Ben onu kışkırtıp üzerime çekeceğim ve sen bu mührü onun bedenine bastıracaksın kızım. Onu bu konaktan defetmenin başka yolu yok.' dedi ben bu planın tehlikeli olduğunu bilsem de zorla kabul ettirdi bana. Sonrasıysa malum..." diyerek sözlerini bitirdi.
"Peki, sen orada ne yapıyordun ki kızım?" diye sordu Agâh amca.
Asya bu soruyu beklemiyordu. Mollanın ettirdiği yemin yüzünden her şeyi anlatamazdı.
"Miraç'ın da anlattığı gibi aslında kardeş olduğumuzu yeni öğrendik ve bu bilgiyi sindirmem o an için zordu. Miraçla Demokan odalarına çekildikten sonra detay bilgiler öğrenmek adına Molla'nın yanında biraz daha kaldım. O da bana bunları anlattı. Zaten anlatırken O geldi." dedi yalanının doğru gibi görünmesini umarak. Aslında yalan değil de eksik bilgi demek daha doğru olurdu.
"Anladım..." dedi Agâh ve devam etti, "Yıllardır duyardık bu hikâyeyi aslında ondan. Süleyman'ın canını alan ifrit... Artık konu buralara kadar geldiyse iş ciddiye binmiş demektir. Şu hengâmeyi bir an önce bitirip bu konun üzerine eğilmek lazım. Eve gideyim, herkesle bir konuşayım, taziyeye gelenler gittikten sonra da toplanıp bir istişare yapalım." dedi.
"Olayın göbeğinde biz olduğumuz için bizimle iş birliği yapacaklarını pek sanmıyorum ama... Özellikle de Demokan bizi hiçbir şekilde görmek istemediğini net bir biçimde belirtti." dedi Miraç. Sesinden umutsuzluğun her tonu adeta damlamıyor, akıyordu.
"Sen orasını düşünme evlat. Ben Demokanla konuşup ikna ederim onu." dedikten sonra ayaklandı ve "Bana yavaştan müsaade, artık konağa döneyim. Hepimiz iyice bir dinlenelim. Yarın Demokan'ı göndereceğim buraya ve siz konuştuktan sonra birlikte konağa geri dönersiniz. Ama önce bir şey var" dedi. "Demokan'a önce buraya geldiğimi söylemeyin. Durumunu önceden haber verdiler. Onunla konuşmadan buraya geldiğimi öğrenirse cayabilir." diye ekledi.
Her biri sondaki detayı başıyla onayladı ve Agâh Amca'yı uğurladılar.
Demokan'ın geleceğinden pek umutları yoktu ama başka seçenekleri de olmadığı için Agâh Amca'nın dediğini yaptılar ve uyumaya geçtiler.
***
Demokan duştan çıkmış ayna karşısında bir süredir kesmediği için belli belirsiz uzayan sakallarını tıraş etmeye başladı. Dalgınlıktan kestiği için özensiz iliştirdiği birkaç peçete parçası umutsuzca tutunuyordu yorgun yüzüne. Ruhundaki ateşe pek bir faydası olmasa da bedenine iyi gelen duştan sonra temiz kıyafetlerini giymiş, kendini bir şeyler yemeye zorlamış ve Agah Amca'nın odasının kapısına varmıştı.
Yumruk yaparak sıktığı elini kapıya bir kez götürdü, tereddütle geri çekerek yumruğu sıktı ve derin bir nefes alıp kaçışının olmadığı düşüncesiyle kapıyı üç kez tıklattı.
İçeriden gelen "Girin," talimatıyla odaya girdi.
Gelenin Demokan olduğunu gören Agâh Amca'nın yüzünde büyüyen gülümseme hissettiği zafer ve Demokan'a karşı duyduğu gurur hissindendi. "Aferin, doğru tercihi yapmışsın evlat." dedi.
"Çok da kolay olmadı. Ama dediklerini iyice düşündüm. Bunu kabullenmek zor olsa da haklısın. Bu onların suçu mu değil mi bilmiyorum ve bu meselenin büyüklüğünü de tahayyül edemiyorum. Ama bildiğim, emin olduğum tek şey bu illetle savaşmak için her zerremle hazırım."
"O zaman ilk iş arkadaşlarının kaldığı eve gidiyorsun, onları buraya alıp geliyorsun. İşimiz çok zor ve biz daha başında bile değiliz."
"Birazdan çıkarım. Sen nerede kaldıklarını biliyor musun, Agâh Amca yoksa arkadaşlara sorayım mı?"
"Bizim Mahmut'un rahmetli dedesinin evindeler." dedikten sonra Agâh Amca, Demokan başıyla onaylayıp odadan ayrıldı ve onların kaldığı evin yolunu tuttu.
***
Sabah olup herkes uyandıktan sonra sabırsız bekleyişleri başladı. Sabah öğleni, öğlen ise ikindi vaktini takip ederken artık Demokan'ın geleceğinden umutları yavaş yavaş kesilmişti.
Biri 'Gelecek.' diyordu, öbürü 'Boşuna umutlanmayalım.' diyordu.
Öğleden sonra saat 5 civarı kapı tok sesle üç kere tıklatıldı. Asya kimsenin gitmesine izin vermek istemiyor, onunla ilk yüzleşen kişinin kendisi olması gerektiğini düşünüyor gibi yerinden fırlayıp "Ben bakarım." dedi ve kapıya koştu.
Pencerenin üzerindeki tül perdenin ardından gelen kişinin o olduğunu görünce rahatlama hissiyle tuttuğu soluğunu verdi.
Kapıyı sonuna kadar açarak, "Hoş geldin Demokan." dedi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Günah Tohumları
TerrorRüyalar, sadece 7 saniyelik bir sürecin ötesinde, kapıları bilinmeyen diyarlara açan gizemli bir fenomendir. Kimi bu gizemli âlemi, bilinçaltımızın derinliklerinde kaynayan gerçeğin yansıması olarak görürken, kimileri ise büyük ya da küçük olasılıkl...