*18. bölüm

23.3K 651 263
                                    

'Mutlu insanlar; her şeyin en iyisine sahip olanlar değil, sahip olduklarını kaybetmeyecek kadar çok sevenlerdir.'
-Aldoux Huxley

Çırpınıyordu gökler.
Cehennemin fokurdayan sularıyla tanıştıkça dans ediyordu denizler.

Topraklar, rüzgâr kıvrımlarıyla âdeta bezeniyor ve kasırgaları oluşturuyordu. Cümlenin sonuna gelmesi gereken kelimeler başı çekiyordu. Her şey olağanüstüydü, insanlar cümleye noktalama işaretleriyle başlıyordu. Dünyanın her hangi bir yerinde bir kadın tecavüze uğrarken, diğer bir kadın eşinin güvencesi altında keyifli bir hayat sürüyordu. Duygu karmaşası yüzünden milyonlarca veliaht aynı anda intihar ediyordu. Suçu, günahı olmayan hayvanlar, şerefsizce katlediliyordu. Doğu'nun her bir yanında askerler ölüyor ve aileleri yasını tutmakla kalıyordu. 15 yaşında küçücük kız çocukları, internet ortamında rezil ediliyor ve tabiricaizse hayatları boyunca iyileşmeyecek hatta silinemeyecek olan kara lekelere bürünüyordu. İnsanlar eylemler yapıyordu, grevler yapıp seslerini duyurmak için günlerce aç kalıyorlardı. Dünyanın hiç bilmediğimiz yerlerinde bombalar patlıyor ve patlayan bombalar milyonlarca cana mâl oluyordu.

Tüm bu olanlara rağmen hâlâ mutlu olan ve körelmiş yangını şelaleye dönüştürerek hayat haznesine katan insanlar vardı. Mutlu değillerdi, sadece ellerinde vâr olanın değerini biliyorlardı. Bu hayatta neyi çok istersen, o senin imtihanındı. Ve imtihanlar, olağanüstü hikâyeleri oluştururlardı. İşte bu yüzden, bu hayatta neyi çok dilersen, o senin hikâyendi. Basitti ama anlamlıydı. Zıttı ama kavramlıydı. Belki de zordu ama sırlıydı. Meşakat içerikliydi ya da değildi, ama ne olursa olsun karanlıktan geçilen her yolun sonu aydınlıktı.

Hikâyemin güzel bitmesini istediğim bir adam ve yine ondan beklediğim bir cevap vardı. Çok şey vardı ama içlerinde en önemlisi, ezilen bir kalbim ve onun onarılmasını bekleyen bir ruhum vardı. Ruh iterdi veya çekerdi ama yine de verilecek olan cevabı sabrederek beklerdi. Kalp sıkışır, mide sancılanırdı. Peki ya kalp, neden ruh kadar korkaktı?

İstemsizce kaşlarını çattı ve alaycı bir gülümsemeyle, kendini bana bakmaya zorlayarak yukarı doğruldu.
Bakışlarında meydan okuyormuş gibi bir hissiyat vardı.

"Şu boyuna, hatta şu cüssene bir bak! Ufacıksın." Saçlarımı çekerek burnuna götürdü. "Şu saçlarına hatta şu saç tellerine bir bak! Masumluğun ter kokusu var içinde." Tekrar gözlerime baktı ve bakışlarını ellerime kaydırarak, sol elimi havaya kaldırdı. "Şu ellerine bir bak! Bir cebi dolduramayacak kadar küçükler, küçücükler. Ve sen kül kedim, kendinden sekiz yaş büyük bu adamdan hikâyenin sonunu kurgulamasını mı bekliyorsun?"

Kelimeler susmuştu, harfler özgünlüğünü yitirmişti. Çıkacağı dudaklara geri tıkılan cümleler, içimde biriken paragrafın en büyük temsilcisiydi. Dakikalar, saniyelerin ardından gider borusundan boşalan su kütlesi misali akıyordu. Harfler körelmiş, bunu dile getirecek olan bedenler, ruhların azmine karışmıştı. Böylesi bir sessizlik, ustacaydı. Atmosfere yayılan düşünce kokusu, içinde en zehirli madde olan suskunluğu barındırıyordu. Söylecek bir söz veya bir kelime olmalıydı, fakat ne o olmayan kelimeleri dile getirebilecek bir ağız, ne de o ağzı niteleyen bir vücut vardı. Kelimeler zordu, imkânsızdı. Ama dile gelecek olan her bir kelimenin anlamı ap ayrıydı.

"Karşımda susma," derkenki yüz ifadesi pişmanlığın en derin kalıntılarından izler taşırken, hâlâ verebileceğim kaliteli bir cevaba sahip olmayışım en yegâne utanç sebebimdi. Her ne olursa olsun, karşısında ezilmekten farklı bir eyleme müptela olamıyordum.

"Sen de susturma. Ne diyebilirim ki ben sana? Susup, hayatım boyunca söz sahibi olacağım günü mü bekleyeyim veya bana hak ettiğim gibi davrancağın yıllar için gün mü sayayım?" Sesim beklediğimden daha güçlü ve kendinden emin çıkmıştı.

VEFA Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin