11.Gece kılıç gibi sessizdi. Ay Işığı görünmez tozları gün ışına çıkartıyordu. Bu sessizlikte sadece Stefano'nun derin nefesi kulak dolduruyordu. Bu karanlık gecede onu görmek için bir kaç adım yaklaştım. Koltukta üz üstü kıvrılmış vücuduna, oradan dağınık, âdeta gökkuşağının rengi olmak için can yandıran saçlarına, dolgun ve bir o kadar pürüzsüz dudaklarına kaydı gözlerim. Diz çöktüm kıvrılmış vücuduna karşı. Elim istemsizce parlak saçlarına gitti. Nasıl olurdu da sadece küçük bir Ay ışığında bile parlıyordu bu yumuşak saçlar ? Nasıl olurdu da bulut gibi dolgun dudakların da bir çat bile yoktu ? Bir insanın yüzünde hiç mi kusur olmazdı ?
Yumuşak koltukta sağa doğru döndü. Bu sefer kıvrılmış bukleler ok gibi kirpiklerinin, üzerini kaplıyordu. Kan damarlarıma sığmıyordu bu manzarayı izledikçe. Hızla durdum ayağa ve odama ilerledim. Bir daha bakmayaçağım onun aslan gibi vücuduna. Bir daha bakmayaçağım onun ateşböceği gibi gözlerine. Bir daha bakmayaçağım onun boğazında dağ gibi gözüken gırtlağına. Söz verdim kendime. Bir daha asla...
Sözsüz ki, ayak basamayaçaktım sözlerimin üzerine. Ne etsem, ne yapsam oklar beni, ona sürükleyeçekti. Bu derin düşüncelerden kurtulmak için yatağımın yanında küçük dolaptan en sevdiğim kitabı alıp okumaya başladım.
Sayfalar bitmek bilmiyordu. Acı da böyleydi işte. Biri dağ arkasına geçerken, diğeri dağ eteğinde yeni açmış çiçekleri mahvediyordu. O çiçekler ki, güneşe doğru boyun etmişti.
Annemi özledim bir an. Beni ne kadar sevmese de, düşünmese de özlemiştim işte. Kan bağımız vardı sonuçta. İç sesim devreye girdi o an;
“Özlerken anlarsın bazı şeyleri ”
İç sesim ilk defa haklıydı. Her şeyi kayıp etmeden önce kadrini bilmiyoruz. Ele ki kayıp ediyoruz o an dizlerimizi dövmekten, ağlamaktan güçsüz kalıyoruz. Acını çevir çevir bitmiyordu.
Kapının kulak gıdıklayıcı sesini duyduğumda bakışlarımı gelene çevirdim. Beyaz gömleği vücudunun her hissesini gösteriyordu. Gözleriyle beni baştan aşağı süzdü. Sonra yanıma gelip yatağın ayak ucunda oturdu.
“Carolina... Seni sayıklıyor.”
Odadan çıkmış annemin odasına ilerliyorduk. Bir adım daha atmıştım ki uzun parmaklar bileğimde iz koydu. İzin vermiyordu gitmeme sanki. Şaşkınlıkla döndüm ona. İlk önce gözlerimle ‘Ne oldu?’ sorusunu sundum sonra sessizce ateşböceği gibi geceleri bile ışık saçan gözlerine baktım. Bu karanlıkta gülümsemesi insana yeni bir hayat bağışlıyordu. Acının imzası olan elleri yanağıma deydiğinde yaydan bırakılmamış fakat bırakılmaya can atan ok gibi oldu tüylerim.
Acıyla saklı el aniden yanağımdan kayıp gitti. Ne yapıyordu bu?
“Yanağın alev topu gibi” birşey yapamazdım artık. Kızarmış yanaklarımı cebimde gizlemeye çektim sonuçta. Gözlerimi yere diktim. Stef sanki kendine gelmişti. Tavuk gibi bir sağa bir sola sallanıp ciddi surat ifadesine büründü.
“Carolina -dedi- seninle uyusun bu akşam. Ben senin odan da uyurum.” ve herşeyiyle muhteşem vücudu bana arka dönüp gitti. Boş boş ayak üzerinde durmaya son verip annemin koyu renk yönlü odasına girdim.
Kan kusmuş siyah her yeri bürümüştü. Oda kırmızının siyah çalarlarıydı. Yatakta deniz kızı misali uyuyan prenses odaya renk katıyordu. Prensesin vücuduna sahiplik eden yatağın uç kenarına kıvrılıp sabahı beklemeye başladım. Ne uykum vardı, ne deki enerjim.
****
Güneş sarı kıvrık saçlarını göstererek ben geldim diyordu. Dallara konmuş bülbüller bir birinden neşeli şarkılarla bütün bahçeyi ayağa kaldırmıştı. Çok çabuk olduğuna bakmayarak ben bahçede eskimiş banka uzanmış, bulutların orijinal resimlerine bakıyordum. Bugün yorucu ve bir o kadar da sıkıcı gibi gözüküyordu. Belki beni mutlu eden bir şey olurdu. Kim bilir ?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Elizabeth Tohumu #wattys2016
Roman d'amourTımarhanenin tam ortasındaydı. Ay ışığı pencerelerden sızıp mermer zeminde parlıyordu. Elizabeth Tohumuna kurban olan adamsa küçük adımlarla yürüyordu. Tımarhanenin bahçesine çıktığında küçük hovuza takıldı gözleri. Hovuzda tek Kuğu kuşu. Gözlerinin...