Bir hafta.
Hiçbir şey olmayalı, tam bir hafta olmuştu. Ne hakkımda bir haber çıkmıştı, ne mesaj almıştım, ne de hakkımda konuşulmuştu. Hayatımın normale döndüğümü düşünüyordum, sonunda. Hatta belki artık Big Hit ve Bangtan'la olan ilişiğim bile kesilebilirdi. Tabii bu, düzgünce düşünebilen aklımı değil de, onunla savaş halinde olup kafasının dikine gitmekte ısrar eden kalbimi üzebilirdi. Ama önemli değildi. Kısa vadede hüzün, uzun vadede rahatlıktı. Hem daha önce atlattığım kalp kırıklarının yanında bu, devede kulak kalırdı.
Bir haftadır her şey normaldi.
Yoongi'nin hastaneye kaldırıldığı haberini alana dek.
Geceydi. Namjoon, telaşlı, neredeyse ağlamaklı bir şekilde beni aramıştı. Telefonu açarken hiçbir korku hissetmiyordum, fakat onun sesindeki titreme, 'Yoongi hyung' derken oluşan çatlama, bir anlığına gerçeklik algımı kaybetmeme sebep olmuştu.
Bu kadar çabuk telaşa kapılabileceğimi ben bile bilmiyordum.
Oraya gitmeye karar verdiğimde, telefonuma gelen mesaj gitmememi, eğer gidersem başıma kötü şeyler geleceğini söylüyordu. Ama umrumda değildi.
Ben odamdan çıkacakken, bilinmeyen numara tarafından arandım. Telefonu açtığımda ise, korkunç sesli bir adam, gitmememi söyledi.
Verdiğim cevap ise, hayatımda yaptığım en cesur şeylerden biriydi.
"Ne var biliyor musun?" Dedim ilk önce ve derin bir nefes aldım. "SİKTİR GİT!"
Ayakkabılarımı, hayatımda yaptığım en hızlı şekilde giydim, gece üşümeyeyim diye üzerime ince bir hırka aldım ve koşturarak evden çıktım.
Namjoon'un söylediği hastane, buraya çok uzak değildi. Bu yüzden taksi beklemektense koşmak, beni oraya daha çabuk ulaştırırdı.
Koşarken, yere değen ayaklarımdan başka beni dünyaya bağlayan bir şey yoktu. Kendimi çoktan kaybetmiştim. O'na bir şey olacağını hissetmek, hatta tam o durumun ortasına düşmek, onun için düşündüğüm her şeyi bir anda silip atmış, nereden çıkıp geldiğini bilmediğim bir içgüdüyle beni sokağa atmıştı. Yol gözümde büyüdükçe, duygularımı saklama yeteneğim azalıyordu. Birkaç damla yaş çoktan uçup gitmiş, yenilerine yol açmıştı. Ellerim yüzümdeki ıslaklığı siliyordu.
Hastanenin kapısından girdiğimde, danışmaya o kadar yüksek bir sesle nerede olduğunu sordum ki, etraftaki insanlar dönüp bana baktılar.
Nerede olduğunu öğrenince, asansörün daha en üst katta olmasından dolayı, merdivenleri ikişer ikişer çıkarak beşinci kata, Yoongi'nin odasının olduğu yere ulaştım.
İçeri girmeden önce birkaç saniye kapıda durup nefesimi düzenledim, gözyaşlarımı sildim ve dağılmış olan saçımı düzelttim.
Kapıyı açtım ve herkesin olduğu yere, Yoongi'nin yatağına ilerledim.
Doktor kendinden emin bir şekilde konuşuyordu.
Yoongi, yatakta ölü gibi yatıyordu. Rengi solmuş, göz kapakları koyu bir renk almıştı. Ne kadar zayıfladığı parmaklarından belliydi. Bir iskeleti andırıyordu.
Dikkatimi ondan çekip doktora verdim.
"Kanında çok fazla Siofetazin bulduk," dedi. "Ne olduğunu biliyor musunuz?"
Kimseden ses çıkmadı.
"Halsizlik yapar. Uyutur. Hep uyumak istersin, çok kullanırsan gücün kalmaz. Ona ne verdiniz de kanında bu kadar çok çıktı?"
"Antidepresan," dedi Seokjin.
"Düşündüğüm gibi," dedi doktor ve Yoongi'ye baktı. "Bir süreliğine vermeyi kesin, kendine gelsin."
Herkesin gözleri yatakta hareketsiz bakan Yoongi'ye kaydı. Nefes alış verişi bile belli olmuyordu. Sanki ölüymüşte, canlıymış gibi görünsün diye makyaj yapılmış gibiydi.
Tam olarak öyleydi. Çökmüştü.
Herkes teker teker odadan çıkarken, arkada kalan bir tek ben, ve Namjoon'du.
"Nasıl oldu?" Diye sordum.
"Pratik yapıyorduk ve birden... Birden düştü. Ne olduğunu anlamadık bile. Ayıltmaya çalıştık ama uyanmadı."
Ve o uyanmazken, benim yapabildiğim tek şey, dudağımı ısırıp endişenin beni kemirmesine izin vermekti.
"Yejin-ah," dedi. "Eğer rahatsız olmazsan bir saatliğine burada kalsan nasıl olur? Hepimiz çok açız da, bir şeyler yemek istiyorduk."
"Tamam, yeyin siz," dedim ve Namjoon gülümseyip odayı terk etti.
Koskoca odada, yatak hariç oturabileceğim tek yer, yatağın yanındaki sandalyeydi. Oraya gittim, beyaz sandalyeyi çektim ve ses çıkarmadan oturdum.
Min Yoongi, tam karşımdaydı. Ellerimi uzatsam dokunacağım kadar yakın, hiçbir zaman ulaşamayacağım kadar uzakta. Onu hiçbir zaman anlayamayacaktım. Ama şimdi, onu anlamaya çaba sarf etmem gereken anlardan biri değildi.
Tek yaptığı, benim yanında olduğumu bilmeden uyumaktı. Dikkatli bakınca göğsünün yavaşça inip kalktığını, nefesinin sesini duyabiliyordunuz. Kalbinin atışı bile görünüyordu.
Öyle sert ve güçlü atıyordu ki, sanki biri içeriden vuruyormuş gibi görünüyordu. Hayatta kalmak istediğini belli eder gibi 'ben buradayım' diyordu sanki. Yoongi ölemezdi. Kimse halsizliğe yol açan bir maddeden dolayı ölmezdi.
Fakat görünen o ki, ölüme yaklaşabilirdi. Karşımda yatan yarı ceset görünümlü çocuk, bunun kanıtıydı. Parmak boğumları, göz kapakları, dudakları morarmıştı. Dudakları hiç olmadığı kadar kuru ve soğuk görünüyordu.
Bir an için, duygularımın kontrolü ele almasına izin verdim. O anda gözyaşlarım yavaş yavaş süzülmeye, düşmeye başladılar.
Başımı yatağa, Yoongi'nin kolunun yanına koydum ve iç çekmemeye çalışarak, sessiz ağlamamı durdurmadan orada kalmaya devam ettim.
Onu görmek canımı acıtıyordu. Fakat görmemek, içten içe onu özlememe sebep oluyordu.
"Neden ben?" Dedim sessizce. "Koskoca dünyada şarkı yazmaya nasıl beni bulabildin?"
Konuşmamın etkisiyle, istemeden derin bir iç çektim fakat hemen ağzımı kapatıp kendimi susturdum.
"Neden ben?" dedim tekrardan.
Hayatımı yerle bir eden kişinin yanında bu soruyu sormak, asla cevap vermeyeceğini bildiğim bir ölüye 'merhaba' demek gibiydi.
"Ulaşılmazsın Min Yoongi," dedim. "ve denizin dibi kadar soğuksun da."
Sustum.
"Senden nefret ediyorum."
Kendi yalanımda kendim boğuluyordum, ama umrumda değildi.
"Senden nefret ediyorum Min Yoongi."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
And Then; | Min Yoongi
FanfictionHer şey, Yoongi'nin yeni şarkısının bir kıza yazıldığının ortaya çıkmasıyla başlamıştı. "Ulaşılmazsın Min Yoongi, ve denizin dibi kadar soğuksun da." © newsun-ah, 2016