En dibe batmadan yukarı çıkılmazmış... En karanlık geceler, en ferah sabahlara ulaşmak için lazımmış meğer... Bunu şimdi anlıyorum.
Onu ilk gördüğümde iliklerime dek hissettiğim nefret meğer sonradan büyük bir aşka dönüşecekmiş, kim bilebilirdi ki?!
Birtakım olaylar yüzünden aynı evde yaşamaya mecbur kalmıştık. Şimdi bunların teferruatına girip canınızı sıkmayayım. Yalnız, o günlerde vatansever bir genç kız için düşmanıyla, daha da fenası, düşmanla işbirliği içerisindeki kendi kanından bir hainle birlikte yaşamak tam bir cehennem azabıydı. Azap dolu günlerde yalnız Anadolu'dan gelen haberler umut oluyordu gönlüme. O haberlerle avunuyor, içim yana yana bu kötü günlerin geçip gitmesini bekliyordum.
Sonra... aşk vurdu beni.
Tam olarak hangi anda başladı bilmiyorum. Onun yarasını pansuman ederken gözlerine ilk defa bu kadar yakından baktığım zaman mı... yoksa anlattığı savaşçı amazon kadını Smyrna'nın hikayesi mi kalbime dokunmuştu? Halbuki bana o anda sorsalar her fırsatta benle alay eden bu genç Yunan zabitinden ne kadar nefret ettiğimi tüm dünyaya haykırırdım! İnsan kendi kalbinin sırlarını bile çoğu zaman çözemiyor...
Ama Andreas'ı, Amerikan gazetelerine Yunan mezalimini anlatan sevgili cesur askeri kaçırmayı başardığımız zaman, işte o gün, ona karşı ilk defa derin bir minnet duydum yüreğimde: Bizi limanda yakalamış, istese hem beni tevkif edebilecek hem Andreas'ı oracıkta öldürebilecekken gitmemize izin vermiş, hatta tabancasını Andreas'a uzatmıştı. Ona inanmaz gözlerle bakmıştım, bu kadar merhametli olabileceğini rüyamda görsem inanmazdım! O da bana baktı, çocuksu gözlerinde ve masum gülüşünde ilk defa güzel bir kalbin izini sezdim. Gözlerimi o güzel gözlerden ayırdığımda ayaklarım bir kelebek hafifliğinde basıyordu yere, Andreas'ı bizi kıyıda bekleyen Mehmet'in kayığına teslim ettiğimde uzun zamandır hiç hissetmediğim kadar mutluydum.
O gece yatağıma yattığım zaman gözlerimin önüne onun gülümsemesi geldiğinde itiraf edeyim ki biraz şaşırdım. Leon'u hep dişlerimin arasından tükürür gibi anmaya alışıktım; Yıldız ondan hayran hayran bahsedip onunla evleneceği yolunda lakırdılar ettikçe içimde yükselen tek duygu derin bir nefret oluyordu. Nasıl nefret etmeyeyim, o adam Hasan Basri'nin katiliydi!! Fakat bugün ilk defa onun insani yanını da görmüştüm. Aslında istediği zaman nasıl da merhametli olabildiğini... Gülümsemesindeki çocuksu yanı... Sonra pansuman esnasında gözlerimin önüne seriliveren omuzlarının beyazlığı ve boynunun çukurunu anımsadım ve birden yanaklarımı ateş bastı: Ben neler düşünüyordum böyle?!! Aklımı ondan uzaklaştırmak için başka şeyler düşünmeye çabaladım; yazmam gereken Halit İkbal yazısını kafamda kurmaya çalıştım. Ancak bozuk bir plak gibi aklımda aynı görüntüler dönüp duruyordu, o güzel boyun çukuru, boynundan yükselen hem erkeksi hem çocuksu teninin kokusu, limanda çabucak uzaklaşmamızı söylerken hafifçe başını eğmesi, dudaklarındaki belli belirsiz tebessüm, her biri uç uca eklenip gözlerimin önünde resmi geçit yapıyorlardı sanki. Baktım uyuyamıyorum, hiç ses etmeden kalktım ve karanlıkta parmaklarımın ucuna basa basa mutfağa indim. Bugün pek yorulmuştum, bu tuhaf sinirli haller ondan olmalı, tabii ya... Boğazım da kurudu, bir bardak su içersem kendime gelirim.
Tel dolabın köşesinde duran su testisinden bir bardak su doldurup kana kana içtim. Biraz ferahlamıştım. Testiyi ve bakracı yerine bırakmış odama dönmeye hazırlanıyordum ki, odanın diğer köşesinden yükselen bir sesle yerimde zıpladım:
"Sizi de mi uyku tutmadı?"
Gölgeler içinde bir karaltı kımıldadı. Bu insan silüetinin Leon olduğunu fark etmem birkaç saniyemi aldı. Elimi gümbür gümbür atan kalbimin üzerine bastırdım, bu gümbürtü korkudan mı, yoksa heyecandan mıydı? Sesimin titremeden çıkmasını ümit ederek:
"Su içmeye inmiştim," diye cevap verdim. "Şimdi çıkıyorum. Allah rahatlık versin..."
Hızlı adımlarla merdivene yöneldim, onunla konuşmak istemiyordum. Saçlarım açık, omuzlarıma dökülmüş, üzerimde uzun bir gecelik... Onunla böyle ev halinde karşılaşmış olmak kendimi savunmasız hissettiriyordu. Leon'unsa aksine muhabbet edeceği tutmuş gibiydi, arkamdan seslendi:
"Asker Andreas'ı sağ salim gönderebildiniz diye ümit ediyorum. Bir aksilik çıkmadı, değil mi?"
Mecburen durdum, ona döndüm. "Hayır, hiçbir aksilik çıkmadı," diye cevap verdim. Sonra merakım baskın geldi. Onun karanlıkta rengi seçilmeyen gözlerine çevirdim gözlerimi: "Bunu neden yaptınız? Yani... gitmemize neden izin verdiniz?"
Leon bana doğru yürüdü, merdivenin başında durdu. Elini trabzana dayadı. Parmağının ucu elime değdi, irkildim.
"Yunan gençlerinin bir hiç uğruna yitip gitmelerini istemem," dedi. "Size o sebepten izin verdim. Yani zannettiğiniz gibi söylediklerinizden etkilendiğim ya da başka bir şey için değil..."
İçimden dalga dalga bir öfke yükseldi, soğuk bir sesle:
"Zaten öyle düşünmemiştim," diye cevap verdim. "Benim söylediklerimden ve vatan sevgimden etkilenmesi için insanda kalp olması icap eder. Fakat sizin kalpsizliğiniz malum..." Saçlarımı savurarak döndüm, merdivenlerden çıkmaya koyuldum. Arkamdan seslendi:
"İyi geceler küzük hanım! Rüyanızda beni görün!"
Görmesem de yüzünde koca bir gülümseme olduğunu tahmin edebiliyordum. İyice hırslandım. Merdivenlerden hızlı hızlı, basamakları döver gibi çıktım. Odama rüzgar hızıyla girip yatağıma yattım. O kadar hırslanmıştım ki, yüzümü yastığa gömüp sessiz bir çığlık atmam lazım geldi.
Leon! Senden nefret, nefret ediyorum!
...Ama niçin kalbim böyle hızlı hızlı atıyor?
��>�ϧ�
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Vatanımdaki Yabancı
Fanfiction"Biri ateş biri su... Zıtların müthiş uyumu... En büyük aşklar, en büyük nefretlerden doğmaz mı zaten?" Bir #Hileon hikâyesi... (Hikâye dizi ile olabildiğince uyumlu gidecektir. Ama olur da dizi saçmalar, Yıleon falan yapmaya kalkarsa o zaman yollar...