Bölüm 21

1.6K 99 16
                                    

"LEON'DAN"

Öptüm... Öptüm onu...

Asla gerçek olamayacak bir hayal, ömrüm boyunca içimde ukde olarak taşıyacağım bir sevdaydı bu... O deniz gözlerde bir damlacık muhabbet kırıntısı görebilmek için dizlerimin üstünde sürünmeye razıyken, payıma düşen hep nefret, hep öfkeydi. Dikbaşlı küçük bir kızın cesaretine hayran, güzelliğine tutkun, en çok da o ruhunun naifliğine vurgunken ben; onun gönlündeki tek sevda vatanına duyduğu aşktı. Buna bile razıydım esasen: Günün birinde o güzel kalbe bir başka erkeğin girebilme ihtimali canımı tarif edilemeyecek kadar çok yakarken yalnızca vatanına sevdalanmasına bile razı olacak kadar biçareydim. 

"Bazan, sana baka baka kendime çektiğim ziyafetle,

Doydum sanırken, bir bakışın açlığıyla ölüyorum sonra"

diyor ya Shakespeare... Ben de öyle hissediyordum ona karşı. Buz gibi bir pınarın kıyısında durup bir damlacık içemeyen zavallı bir yolcuydum, susuzluktan can çekişen.

Lakin...

Meğer beni... beni de sevme ihtimali varmış meğer!

Kulağa imkansız geliyor, biliyorum. Ben de hâlâ inanamıyorum. Zaman zaman bütün yaşadıklarımız hayalmiş gibi geliyor. Ya da bir rüya, uyanmayı hiç istemediğim... Lakin vals yaparken gözlerimin içinde eriyen gözleri... Elinde benim mendilimle hıçkırarak ağlaması... Ve o buse, ah o buse!... Bütün bunlar hayal, rüya, yalan olamaz.

Birilerinin o gece matbaaya geleceğini tahmin etmiştim. Eşref yakalanmış, ertesi gün idam edilecekti. Ortalık kaynıyordu, Türklerin bir huzursuzluk çıkaracağı muhakkaktı. Elebaşlarının Mehmet olduğunu düşündüğüm bir grup isyancı muhakkak matbaaya gelip bir bildiri falan basmaya çalışacaklardı. O nedenle geceyi matbaada geçirmeye karar verdim. Gelen her kim olursa onu bir güzel yakalayıp derdest edecektim.

Matbaada karanlıkta beklerken zihnim iki gece öncesinin muhteşem anıları ile doluydu: İnanılacak şey değil, ancak Hilal başbakan yardımcısı için düzenlenen resepsiyona gelmişti! Sıkıcı insanların birbirinden fuzuli muhabbetlerini dinleyip zoraki gülümserken birden başımı çevirmiş ve onu görmüştüm: Bir melek, cennetten düşer gibi, konağımızın salonuna düşmüştü! Önce elbette gözlerime inanamadım. Onun burada ne işi vardı?! Hem de bu kıyafet içerisinde? İncili, sırt dekolteli, pembe ipekten bir elbise giymişti. Saçlarını dalgalandırmış, yüzüne hafif bir makyaj yapmıştı. Her zamanki sade ve masum güzelliğinin yerinde şimdi dişi bir güzellik vardı. Tanrım, bu kızın her hali nefes kesici olmak zorunda mıydı? Beni öylesine büyülemişti ki daha beynim vaziyeti idrak edemeden bacaklarım ona doğru harekete geçmişti bile.

Ve yine inanılacak şey değil, lakin onu kollarımın arasına alıp dans etme şansı bulmuştum. Başlangıçta bana direndi, ancak "bir kez olsun bırak kendini" deyince nihayet teslim oldu. Onun bir kelebek kadar hafif vücudunu yönlendirmek dünyanın en kolay ve en zevkli şeyiydi. Küçük acemi adımlarını benim ritmime uydurmayı başarmıştı, oysa daha önce hiç vals yapmadığına emindim. Ancak tam da düşündüğüm gibi olmuştu: O ve ben; deniz ve toprak gibi, su ve ateş gibi, gökyüzü ve yeryüzü gibi hem birbirimize zıttık, hem de birbirimizi tamamlıyorduk. Minik bedeni benim kollarıma nasıl da yakışıyordu! Ve onu kollarımın arasına almak ne kadar da nefis bir histi Tanrım! Onunla dans etmek öylesine nefes kesiciydi ki, bana geri kalan her şeyi unutturmuştu: Az önce içimi kaplayan endişeyi, başbakan yardımcısını, çevremizde bizi izleyen onlarca gözün varlığını, hatta annemin ya da babamın Hilal'le dans ederken gizlemem mümkün olmayan mutluluğumu görüp tüm hislerimi apaçık anlaması tehlikesini bile artık hiç umursamıyordum. Şimdi yalnızca o ve ben vardık. Benim güzel, masum, ancak bir o kadar da tehlikeli ve vahşi sevgilim. O da gözlerini gözlerimden alamıyor, hafif mahcup bir eda içerisinde bir kuğu gibi süzülüyordu.

Vatanımdaki YabancıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin