Bölüm 4

3.1K 120 11
                                    

(Resim twitter'da @lonelyblue1'den alıntıdır, teşekkürler 🙋)

Ertesi gün... Hastanede Lütfi'nin çoğalttığı Halit İkbal makalelerini dağıtırken babama yakalandım! Ancak bu bile moralimi bozamamıştı, ta ki bizim çocuklar mahzun yüzlerle gelip bana acı haberi verene kadar: Andreas, sevgili dostumuz Andreas, ülkesine gidememiş... Cesedi kıyıya vurmuş. Birisi onu öldürmüş!

Bu korkunç havadisi aldıktan sonra hastanede duramadım. Yüreğim sıkışıyor, nefes alamıyordum. Sonunda kendimi binadan dışarı attım. Dışarıda, içimde kopan fırtınalara inat, muhteşem bir güneş parlıyordu. İzmir en güzel günlerinden birini yaşıyordu. Benimse aksine kafam allak bullaktı. Gözlerim dolu dolu olmuştu, önümü bile göremeden sürüklenircesine yürüyordum. Andreas... Nasıl, nasıl olur?? Ben onu Mehmet'e teslim etmedim mi, o da emaneti sağ salim gideceği yere götürmek üzere teslim almadı mı? Bunu... Mehmet mi yaptı? Mehmet bunu nasıl yapar, nasıl?!

Birden kulağımın dibinde:

"Küçük hanım dikkat!" diye bir ses gürleedi, aynı anda adımımı attığım yerde bir fayton belirdi. Faytonu çeken atlardan biri kişneyerek şaha kalktı! Ayaklarını bastığı anda üzerime çıkacağı belliydi! Bense donmuş gibi yerimden kıpırdayamadım, tek yapabildiğim hafif bir çığlık atıp ellerimi yüzüme siper etmek oldu.

Aniden birisi beni belimden kavradı, hızla kenara çekti. Savrulmanın etkisiyle neredeyse düşüyordum, son anda can havliyle kurtarıcıma sarıldım, yüzümü onun omzuna gömdüm. At, ayaklarını tam da benim az önce durduğum yere indirmiş, delice tepiniyordu. Yanımızda yöremizdeki insanlar bize doğru koşturdular:

"Hanım kız iyi misin? Az kalsın eziliyordun!"

"Yavrum, bastığın yere dikkat etsene!"

Bense kimseye cevap veremeyecek kadar korkmuştum. Birden burnuma o artık aşina olduğum koku doldu, beni kurtaran kişinin kalabalığa seslendiğini duydum:

"Su! Küzük hanıma bir bardak su verin çabuk!"

Ama bu koku, bu ses... Şimşek gibi başımı kaldırdım, kurtarıcımın yüzüne baktım: Evet, Leon'du. Beni kurtaran Leon'du! Bir koluyla hâlâ beni tutmaya devam ederken esnaftan birinin getirdiği suyu bana uzattı, zorla dudaklarıma değdirdi:

"Hadi iç sunu: Kendine gelirsin. Bir daha da öyle yola atlama, seni kurtarmak için her an yanında olamam."

Al işte! Yüzünde yine aynı alaycı tebessüm... Fakat ne yazık ki ona gereken cevabı veremeyecek kadar sarsılmıştım. İtaatkarca suyu içtim. Vücudum zangır zangır titriyordu. O esnada birisi bir tabure getirmişti, Leon küçük bir çocukmuşum gibi şefkatle oturttu beni. Yüzünü yüzüme yaklaştırdı, bir eliyle çenemin altından tuttu ve gözlerini gözlerime dikti:

"Nasılsın, daha iyi misin?"

Yavaşça başımı salladım. Utanmış, fena halde mahcup olmuştum. Hemen gözlerimi kaçırdım, onun gözlerine bakmaya cesaret edemiyordum. Bunca insan içinde neden o... neden... Beni kavrayıp hızla kendine çektiği andaki gücüne ne demeli? O ince kollarının bu kadar güçlü olabileceğini tahmin edemezdim... Şimdi bana gülümseyerek bakıyor. Yalnız alaycı hali gitmiş, şimdi yüzünde onda daha önce hiç görmediğim bir şefkat var... Bense mahcubiyet içinde kıvranıyorum, yüzümü ateş basıyor. Bir genç kız için işgalci bir asker tarafından kurtarılmış olmak ne ayıp, ne utanç verici Yarabbim! Hem de bu asker mütemadiyen münakaşa ettiği bir genç adamsa!

"Ne oldu peki? Çok dalgın yürüyordun..."

Leon'un hakiki bir merakla sorduğu bu soruya nasıl cevap vermeli? Ona "Andreas ölmüş, senle suç ortaklığı edip canımız pahasına hürriyetine kavuşturmak istediğimiz genç askeri bizim içimizden biri öldürmüş!" diye nasıl diyeyim?! Gözlerimi kaçırıp kekeledim:

"Bir-bir şey yok... Yorgunum, ondan olacak..."

O esnada pala bıyıklı, şalvarlı bir amca:

"Bunları düşürdün kızım," diye bir tomar kâğıt uzattı burnuma. "Okumam yazmam yoktur emme mühim bir evraka benziyor..."

Bir an anlayamadım. O esnada Leon çoktan uzanıp kağıtları adamın elinden almıştı. O, kağıtlara fazla mühimsemeden şöyle bir bakış atarken kulaklarım uğuldamaya başladı: Halit İkbal makaleleri! Babamdan kurtarabildiğim birkaç tanesini hastanede el altından dağıtmak üzere hemşire önlüğümün altına saklamıştım. Az önceki hengâmede yere düşmüşler!

Birden atıldım, kağıtları koparır gibi Leon'un elinden kaptım! O şaşkın şaşkın neler olduğunu anlamaya çalışırken şimşek gibi yerimden kalktım:

"Az önceki hareketiniz için size minnettarım Teğmen Leon! Ancak şimdi gitmem gerekiyor. Sağlıcakla kalın!"

Ve hızlı hızlı yürümeye koyuldum. Arkamdan pala bıyıklı amca: "Kızım, biraz istirahat etseydin!" diye seslendi ama dönüp bakmadım. Bakarsam Leon'un bana yetişeceğinden, "o evraklar da nedir??" diye kurcalayacağından korkuyordum. Sokağın köşesini dönünce koşmaya başladım. Soluğum tıkanana, artık tek adım daha atamaz hale gelene kadar da koştum, koştum...

Akşam... Hastaneden çıkmış, Yıldız'la birlikte eve dönüyorduk. Faytondayken Mehmet'i gördüm. Tek başına bir yerlere gidiyordu. Birden beynime kan hücum etti: Daha bu sabaha kadar kalbimde bambaşka bir yere koyduğum, Hasan Basri'den dolayı ayrı bir sevdiğim Mehmet, şu anda gözüme aşağılık bir insan gibi görünüyordu! Elimde olmadan onu Leon'la kıyaslıyordum: Bir tarafta görevini hiçe sayıp kaçak bir askerin kaçmasına göz yuman Leon, diğer tarafta ise kendisine emanet edilen bir canı yok yere dünyadan koparan Mehmet. Hırsla dudaklarımı ısırdım: Kendimi sırtımdan vurulmuş, ihanete uğramış hissediyordum; bu haini takip edip neler karıştırdığını öğrenmem lazımdı.

Yıldız'ın itirazlarına rağmen faytonu durdurtup indim, Mehmet'in peşinden gittim. Metruk bir depoya kadar izledim onu. Karşısına çıkıp bağırdım, çağırdım. Andreas'ı nasıl öldürebildin, o bize güvenmişti dedim. "Hiç mi vicdanın sızlamadı?" dediğimde "Savaştayız Hilal," diye cevap verdi, "vicdanın sırası değil." "Biz o vicdanla kazanırsak bu savaşın bir anlamı var, onlar gibi olmazsak!" diye haykırdım. Biz de onlar kadar acımasız olursak düşmandan ne farkımız kalırdı?

Mehmet o metruk depoya ne için gittiğini bir türlü söylemek istemiyordu. Beni göndermek istedi. Sen artık evine dön, eğlence bitti küçük hanım dedi bana! Düşünün yani, bana!! "Hiçbir yere gitmiyorum!" diye haykırdım. Bu çocuğun neler karıştırdığını öğrenmeden elbette gitmeyecektim! Mehmet öyle sinirlendi ki, boş odanın ortasında duran tahta bir masayı devirdi. Ve ikimiz birden donup kaldık: Masanın altında, tahtaların arasına dinamit lokumları ve... limandaki Yunan cephaneliğinin krokisi yerleştirilmişti!

"Tuzak bu!" Sonunda aklımız başımıza geldi, hemen oradan uzaklaşmak üzere ayağa kalktık. Ancak daha kapıya bile gidemeden içeri bir manga Yunan askeri girdi. Mehmet'le ikimiz olduğumuz yerde çakılmıştık sanki. Fakat askerlerin başındaki zabit de bize doğrulttuğu silahın ardında birden donakaldı. Bugün bana şefkatle bakan gözlerinde şimdi hayalkırıklığı vardı. Dudaklarından gördüklerine inanamaz gibi tek bir kelime döküldü:

"Hilâl..."

Bense irileşmiş gözlerle onun güzel gözlerine bakakalmıştım. Bana ilk defa adımla hitap etmişti ve başka şartlar altında olsa belki de dudaklarından dökülmesiyle kalbimi titretecek olan bu sözcük, şimdi kulağıma ölüm fermanım gibi geliyordu...

Vatanımdaki YabancıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin