Miniminnacıktı. Ayağında çarık yoktu. Üstü başı yırtık pırtıktı. İki Yunan askerinin onu itip tozlu yere düşürdüklerini gördüğümde kan beynime sıçradı. Aramızdaki on arşınlık mesafeyi adeta uçarak aştım.
"Bana bakın bre gafiller! Siz ne yaptığınızı zannediyorsunuz?? Bir müslüman evladını böyle itip kakamazsınız!"
Zavallı minik yavruyu yerden kaldırdım, üstünü başını silkeledim. Yunan askerler epey şaşırmışlardı, kimseden böyle bir tepki beklemiyor olmalıydılar. Etrafta herkesin başını öne eğip hızlı adımlarla uzaklaştığı düşünülürse haklıydılar.
"Bu zozuk bizim yemekhanemizden yemek zaldi!" diye açıklamaya girişti birisi, bozuk aksanıyla. Diğeri:
"Size ne matmazel??" diye dayılandı. "Bu bizim meselemiz. Derhal aradan zekilin, yoksa sizi de tevkif etmek zorunda kalazağiz!"
Çocuğu ardıma aldım, gövdemi ona siper ederken bu son sözleri söyleyen Yunan zabitinin suratına tükürür gibi haykırdım:
"Buyrun tevkif edin o zaman! Ancak bu zavallı yavruya dokunmayacaksınız! Baksanıza, nasıl da korkmuş, titriyor!"
Gerçekten de biçare yavru tir tir titriyordu. Güzel, kara gözleri korkudan irileşmişti. Bu gözler, minnacık, kaşık kadar suratına fazlasıyla iriydiler. Zavallıcığın zayıflıktan kolları iplik gibiydi, yüzü de o yüzden miniminnacık kalmış olmalıydı.
Yunan zabitlerinse merhameti yoktu.
"Bizi zor kullanmaya mezbur etmeyiniz!" dedi ilk konuşan. Diğerininse buna bile sabrı yoktu, birden beni kolumdan kavradı. Bütün kuvvetimle direndim:
"Bırakın! Bırakın beni pis alçaklar!"
"ASKER! Küçük hanımı derhal bırakın!"
Yunan askeri rütbeli üstünden gelen emri duyar duymaz beni hemen bıraktı, derhal hazırola geçti. Beni kurtaran sesi tanımamak mümkün değildi. Kalbim onu görüp işittiğim her seferinde olduğu gibi teklerken mümkün olduğunca bet bir surat takınıp bakışlarımı ona çevirdim: Leon'du.
O ise beni tanımazmış gibi şöyle bir bakış atıp hemen askerlerine döndü:
"Neler oluyor burada?"
"Zozuk bizden yiyecek zaldi! Matmazel onu götürmemize engel olmak istiyor!"
Kendimi tutamadım: "Mecbur olmasa çalmazdı! Baksanıza biçarenin haline. Belli ki günlerdir aç zavallı..."
Kulağımın dibinde ince bir ses işittim. Baktım, yavrucak uzanmış, yakamı çekiştiriyor:
"Kendim için çalmadım hanım ablacığım... Annem hastadır, babam yok... İki küçük kardeşim üç gündür açlıktan ağlıyorlar... Vallahi bir tek onların yiyeceği kadar aldım, iki yumurta, bir ekmek, azıcık da süt... Ne olur askerlere söyleyin beni tevkif etmesinler, yoksa kardeşlerim ne yer ne içerler... Açlıktan ölürler ablacığım, ne olursun..."
Yavrunun hali o kadar içime dokundu ki gözlerim doldu. Ona döndüm:
"Çocuğum, sen kendin daha küçücüksün! Size bakacak başka kimse yok mudur?"
Boynunu büktü:
"Babam Çanakkale'de şehit oldu... O zaman ben beş yaşındaydım; bir kardeşim yaşını doldurmamıştı, diğeri de yoldaydı... O gün bugündür biz dört kişiyiz... Bir ineğimiz vardı, ama Yunanılar geldiğinde bir gün alıp götürdüler, hiçbir şey diyemedik... Annem üzüntüden hasta düştü. O zamandan beri ben ekmeğimizi bulmaya çalışırım, esnafın işine koştururum. Ama iki gündür iş de bulamadım ablacığım. Ne olur söyle askerlere, beni bağışlasınlar. Kardeşlerim şimdi yollarımı gözlerler. Ne olur, ne olur müsaade etsinler gideyim!"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Vatanımdaki Yabancı
Fanfiction"Biri ateş biri su... Zıtların müthiş uyumu... En büyük aşklar, en büyük nefretlerden doğmaz mı zaten?" Bir #Hileon hikâyesi... (Hikâye dizi ile olabildiğince uyumlu gidecektir. Ama olur da dizi saçmalar, Yıleon falan yapmaya kalkarsa o zaman yollar...