"Türkleri göçe zorlayacağız! Rum nüfusunu önce Smyrna'da, sonra tüm Batı Anadolu'da çoğaltacağız!"
İşittiklerime inanamıyordum. General Vasili Başbakan Yardımcısı Kosta'nın gelişini haber alınca tüm kurmayları toplamış ve bu müthiş (!) planını açıklamıştı: İzmir'deki on binlerce Türk'ü evlerinden barklarından edecektik. Biz, şanlı Yunan ordusu mensupları... Medeniyet ve barış getirmek üzere geldiğimiz bu topraklarda gün geçmiyordu ki yepyeni bir zulme ve adaletsizliğe imza atmayalım...
Bundan henüz birkaç ay önce Smyrna'ya ilk ayak bastığım günlerdeki gururumu, mutluluğumu hatırlıyordum da... şimdi o günler ne kadar da uzak geliyor. Yüzyıllar öncesinde bize ait olan bu güzel toprakların yeniden sahibi olmak bir zamanlar ne kadar mesut ediyordu beni. Oysa şimdi... elimize bulaşan kan ve yetim çocukların, gencecik kızların, yaşlı anaların ah'ı vicdanımda hiç susmayan bir çığlık olup geceler boyu uykularımı böler oldu.
Cılız bir sesle "Kumandanım... Biz geldiğimizden beri on bin aile Anadolu'nun içlerine göç etti zaten..." diye ettiğim itiraz babam tarafından "Yetmez!" diye bir kükremeyle karşılandı. Cevdet Albay'ın "Böyle bir hareket ziyadesiyle kışkırtıcı olur," sözleri ise "Türkler her halükarda yapacaklarını yapıyorlar zaten," diye savuşturuldu. General bu fikri kafasına koymuştu, vazgeçeceği yoktu. Nihayet: "Teğmen Leon'un bu işin altından kalkacağına eminim," diye bu zorlu vazifeyi omuzlarıma yüklemekten hiç çekinmeyen babama verebileceğim tek cevap, zorlukla yutkunduktan sonra: "Başüstüne Kumandan," demek olmuştu.
Müslüman mahallesine geldiğimde ayaklarım geri geri gidiyordu. Ancak görevimi ifa etmeye mecburdum. Sokağın ortasında durup bağırmaya başladım:
"Türk ahalisinin dikkatine! Yunan orduları kumandanı General Vasili'nin emri üzerine bu mahallenin tahliye edilmesine karar verilmiştir. Yarın sabah itibariyle bu mahalle boşaltılacaktır..."
Ahali toplanmış beni dinliyordu. Yüzleri karmakarışık olmuştu. Yine de hiçbiri bir Yunan askerine karşı çıkmaya cesaret edemiyordu, ta ki Azize hanım ve hemen peşinden Hilal evlerinden çıkıp gelene kadar.
"Siz delirdiniz mi? İnsanları evlerinden barklarından atamazsınız! Bu kadar insan nerede kalacak?" Öfkeyle bağıran deniz gözlüme verebildiğim tek cevap: "Merak etmeyin, münasip bir yere yerleştirileceksiniz," oldu. Ağabeyi Ali Kemal "Kimin evinden kimi kovuyorsunuz lan??" diye diklendi, ardından Azize hanım "Biz hiçbir yere gitmiyoruz," diye noktayı koydu. Ve bizi sessizce dinleyen ahaliye döndü: "Siz ne duruyorsunuz, ne bakıyorsunuz öyle?? Duymuyor musunuz, bizi evimizden atmak istiyorlar! Çıkın asın bayraklarınızı, biz hiçbir yere gitmiyoruz!"
Hilal gerçekten de asi ruhunu annesinden almış olmalıydı; Azize hanımın bu sözleri ile tepkisizce bekleşen halk birden hareketlendi. Herkes bağırıp çağırmaya, bayrakları pencerelere asmaya başladı. Oldukça müşkül bir vaziyette kalmıştım. Lakin en acısı, deniz gözlünün bana attığı nefret dolu bakışlardı. İşte yine karşı karşıya gelmiştik, ne yapsam da, ne kadar mücadele etsem de onunla düşman saflarda olmaktan başka yol çıkmıyordu önüme... Halkın feveranı zapt edilemez boyuta gelince yanımdaki erlere emir verdim:
"Toplayın bayrakları..."
Ve ondan sonra gözlerimin önünde acıklı bir tiyatro oynanmaya başladı: Bayrağını vermemek için direnenler, dayak yiyenler, bağırıp çağıranlar... Hilal'lerin evine zorla girilirken, babaannesinin vermemekte direndiği bayrak pencereden indirilirken tek yapabildiğim yüzüme ifadesiz bir maske geçirip olan biteni izlemek olmuştu.
Deniz gözlü ise olanlara tahammül edemiyordu; o güzel gözleri büyük bir öfke ve nefret saçarak yanıma kadar geldi, yüzüme karşı haykırdı:
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Vatanımdaki Yabancı
Fanfiction"Biri ateş biri su... Zıtların müthiş uyumu... En büyük aşklar, en büyük nefretlerden doğmaz mı zaten?" Bir #Hileon hikâyesi... (Hikâye dizi ile olabildiğince uyumlu gidecektir. Ama olur da dizi saçmalar, Yıleon falan yapmaya kalkarsa o zaman yollar...