Bölüm 2

4.4K 141 30
                                    



Amasya tamimi... Mustafa Kemal paşa ve arkadaşlarının yurdun tüm sancaklarına gönderdiği bu mesajın bize de ulaştığı günkü duygularımı kelimelerle ifade etmek zor... Defalarca okudum, okumaya doyamıyordum. İlk defa vatanın kurtuluşu yönünde bir ümit ışığı beliriyordu. Bir vatanseverin bu ümitle coşmaması, çocuklar gibi sevinçle dolmaması mümkün müydü hiç?

Aynı gün Mehmet hastaneye geldi, Yunan cephaneliğinden bahsetti. O cephanenin Anadolu'ya geçmesi demek, daha yeni yeni filizlenen direnişimizin başlamadan bitmesi demekti! Üşenmedik, tebliğler bastırdık, kapı kapı dolaşıp insanları iknaya çalıştık. Ancak... muvaffak olamadık. İnsanlar korkuyorlardı. İnsanlar "bana dokunmayan yılan bin yaşasın" diyorlardı. Üst üste hayır cevabı aldıkça yüreğim burkuluyor, ümitsizliğe düşer gibi oluyordum; ancak ağlamama ramak kaldığı anlarda neyse ki Hasan Basri'nin hatırası imdadıma yetişiyordu: Onun yiğitliğini, şehit düşeceğini bile bile Komutan Vasili'ye doğrulttuğu silahı, kendini feda etmesini hatırlıyordum da "bu vatan cesur insanlarla dolu!" diye düşünüp başımı gururla kaldırıyordum yine...

Sonuçta bir avuç da olsa vatanperver insanları topladık, cephaneliğin önüne geldik. Leon, ah o hain Leon, orada da karşıma çıktı:

"Dağılın! Haydi dağılın, yoksa ateş açarız!" demeye kalktı! Yürüdüm, dibine kadar geldim. Ona dik dik baktım:

"Beni de öldürecek misiniz teğmen?"

Buna verecek cevap bulamadı yezit. Öfkeyle askerlerine emir verdi, beni eve göndertecekti! Ben de avaz avaz haykırdım: Eve gönderilirsem her şeyi babama ve Vasili'ye anlatacaktım! Leon'un bir korkması vardı ki, ah başka şartlar altında olsak nasıl da katıla katıla gülerdim. Beni kolumdan tuttu, bizi kimsenin işitemeyeceği kadar uzağa sürükledi. Tehditlerimi duyunca cılız bir: "Yapamazsın!" çıktı ağzından. Zavallı biçare, sen daha beni tanımamışsın!... Tecrübe et ve gör, dedim, gayet ciddiydim.

Velhasıl, Leon bizi dağıtmaya cesaret edemedi. Bu iş, söylerken bile yüreğim acıyor ama, babam Cevdet albaya düştü. Babamın emriyle askerler üzerimize atıldığı zaman bir hengame koptu, itiş-kakış derken birden ayaklarım yerden kesildi, kendimi havada buldum: Leon beni sırtına attığı gibi koşturmaya başlamıştı! Öfkeyle haykırıp çırpınıyor, onun sırtını yumrukluyordum; ancak barbar şey bana mısın demiyordu! Kalabalıktan epey uzağa, bir sokağın köşesine kadar taşıdı beni. Nihayet yere indirmeyi başardığında ikimizin de saçı başı dağılmış, harpten çıkmışa dönmüştük. Hınçla bağırdım:

"Hain! Barbar! Sen ne hakla genç bir müslüman kızına böyle dokunmaya cesaret edebilirsin?!"

"Ne yapacaksın, babana mı söyleyeceksin?" diye güldü. O durumda bile benle alay ediyordu! Çıldırmak üzereydim, vahşi bir kedi gibi üzerine atıldım:

"Sen... Sen! Ne belasın sen! Nereden de çıktın karşımıza?! Senden nefret ediyorum!"

Bir yandan böyle haykırıyor, bir yandan da onun göğsünü yumrukluyordum. Birden uzandı, iki kolumu birden sıkıca bileklerimden tuttu! Korkudan dilim tutuldu. Gözlerinde vahşi bir pırıltı vardı, başındaki kasket kaymış, kumral perçemi asi bir biçimde yüzüne düşmüştü, bu da ona bir askerden ziyade bir serseri havası vermişti.

"Nefret ha," diye güldü. "Hayır küçük hanım, bence o sizin hüsn-ü kuruntunuz... Smyrni de en başta These'den nefret ettiğini zannediyordu eminim, ama sonunda ne oldu bilin bakalım..."

Hayretle ağzımı açtım ama bir "ah..." sesinden başka ses çıkmadı. Bu... bu çocuk... Bu barbar velet... neyi ima ediyor?!

Birkaç saniye göz göze kaldık. Ben, ne diyeceğimi bilemez halde, şaşkın, kızgın; o, gözlerinde ne anlama geldiğini çözemediğim bir vahşi pırıltıyla bakıyor...

"HİLAL!!"

Tam o esnada annem koşup yetişti. Leon hızla ellerini indirdi; o ana dek hâlâ iki bileğimi tutmakta olduğunu şaşkınlıkla fark ettim. Annem öfkeli ve sorgulayan gözlerle ona bakıyordu:

"Teğmen Leon, kızıma ne biçim muamele ediyordunuz öyle?! Evet sizin esiriniz olabiliriz, ama genç bir Türk hanıma asla öyle temas edemezsiniz. Sizi bu tür hareketlerden men ediyorum!"

Leon bir an anneme karşı da ukalalık yapacak diye bekledim, ancak o süt dökmüş kedi gibi başını öne eğdi ve:

"Afedersiniz," diye mırıldandı. "Ben yalnızca Hilâl hanıma az önceki hareketinin ne kadar tehlikeli olduğunu anlatmaya çalışıyordum. Küçük hanımın izzetinefsiyle oynamak gibi bir niyetim asla ama asla olamaz! Lütfen bağışlayın... İzninizle, ben hepimizi eve götürecek bir fayton bulayım..."

Böyle deyip bir baş selamıyla yanımızdan ayrıldı. Arkasından bakakaldım.

Eve gidene dek başka bir vukuat yaşamadık. Evin kapısına geldiğimizde Leon hiçbir şey olmamış gibi sözde centilmenlik yaparak elini bana uzatmaz mı?! Somurtarak elini hızla ittim; bu kadarı da fazlaydı!

İçeride yine yanıma geldi. "Orada yaptığın şey çok riskliydi... Tutuklanmadığına dua et," diye başladı lafa. Bir hayli atıştık. Utanmadan Halit İkbal'e laf etti! Çok sanatsız yazıyormuş. Pöh! Sen sanattan ne anlarsın be, barbar şey?! Gerçi hakkını yemeyeyim, Kavafis'İn barbarlar şiirini ezberden okudu benim lafımın üzerine. Ama sonra söyledikleri yenilir yutulur cinsten değildi: Bana, milletime laf etti, düşmansız bir arada duramadığımızı, aslında birbirimizi hiç sevmediğimizi söyledi! Öyle içime işledi ki bu sözler... Ama hayır, hayır doğru olamaz! Benim milletim asildir, eline fırsat verilse ne güzel şeyler üretir, gelecekte de mutlaka üretecektir! Öyle değil mi?

Halit İkbal'e ileri geri söylenmeye başladı sonra. Neymiş, varsa yoksa kin nefret düşman yazarmış, en son ne zaman çiçekten böcekten aşktan bahsetmişmiş? "Memleket bu haldeyken aşk mı yazılır" dememe kalmadı, lafı ağzıma tıkadı: "Evet küçük hanım! Aşksız bir yürek çorak bir ülkedir. İnsanı sevmeyen memleket sevmeyi nereden bilecek?"

Sonra da arkasını döndü gitti. Kafam allak bullak olmuştu: Aşk mı... Bu da nereden çıktı şimdi?!

Günün geri kalanı zor geçti: Olan bitene anlam veremiyordum; Leon'un önce sokağın köşesinde söylediği sözler, sonra durup dururken aşktan bahsetmesi, aklımı karıştırmıştı. Düşünüyor düşünüyor işin içinden çıkamıyordum. Bu çocuk bu lafları neden etti? Ne alakası var yahu??

Kendi içimi yokladım: Doğru ya, aşkı tanımıyordum henüz. Bizim hercai gönüllü Yıldız'ın aksine ben hiç aşık olmamıştım. Hoş, zaten memleketin hali ortadayken aşık olacak halim de mecalim de yoktu ya... Aşkı bilmemek bir fikir insanı için eksiklik midir gerçekten? Halit İkbal aşık olsaydı daha mı içten yazardı?

O kadarını bilemem. Ancak benim gün boyu yaşadıklarım ve Leon'un söyledikleriyle içim o kadar dolmuş, öyle bunalmıştım ki çareyi kalem kağıda sarılmakta buldum. Sözcükler kalemimden kolaylıkla dökülüverdiler:

"Efendiler!... Yetti artık, yeter!

Derlenip toplanma vakti geldi.

Tesbih taneleri gibi dökülüp saçıldığımız yeter!

Memleketin en kuytu zaviyelerinde kirli emeller peşinde koşulurken miskinler gibi içimize çektiğimiz uyku yeter!

Tarumar edilmiş olsa da, bu vatan bizim: Sustuğumuz, boyun eğdiğimiz yeter!

Toprağa düşen her bir damla şehit kanına göz yumduğumuz, yüz çevirdiğimiz yeter!

Tüfek yok, çarık yok, urba yok, ekmek yok... Varsın olmasın hiçbir şeyimiz... Göğsümüzü bir top gibi döven yüreğimiz yeter!"

Son noktayı henüz koymuştum ki birden liman tarafından müthiş bir gümbürtü koptu: Hemen pencereye koşturdum.

Limandan, tam da Yunan ordusunun cephaneliğinin olduğu yerden, alevler yükseliyordu...

Vatanımdaki YabancıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin