"Laf dinle, yoksa o yazıları yazan elleri keser atarlar," dedim. Lakin asi sevgilim sırtını dönüp gitmekle yetindi. Hırsla dudaklarımı kemirdim. Bu iş böyle olmayacaktı. Daha radikal bir çare bulmalıydım.
Ve böylece, kendi üniformama ihanet etme pahasına suçu bir başkasının üzerine atmak zorunda kaldım. Düzmece bir ihbar yarattım ve emrimdeki askerleri alıp bayrak nümayişi esnasında ölen Haydar'ın evine baskına gittim. Ve ben, Yunan orduları generali kumandan Vasili'nin oğlu Teğmen Leon, Halit İkbal yazılarını o evdeki bir çekmeceye kendi ellerimle yerleştirdim.
Hangisi daha ağırdı bilemiyorum: Üniformama, mensubu olduğum şanlı orduya ihanet ediyor olduğum gerçeği mi? Yoksa karşımda evladını kaybetmiş bir ana: "Beni de vurun o vakit! Oğullarımı şehit ettiniz, benim de canımı alın!" diye haykırırken ona diyecek söz bulamamak mı?... Ben ister miydim böyle olsun? Biz insanların canını yakmaya gelmemiştik ki buraya, tek gayemiz bir zamanlar bizim olan topraklara yüksek bir medeniyet getirebilmekti. Oysa işler hiç de hayalimdeki gibi ilerlemiyordu, ve ben canı yanan annelere nasıl cevap vereceğimi bir türlü bilemiyordum.
O esnada yazıları askerlerimden biri buldu (!) ve ona emir verdim: "Bir duyuru yapılsın, Halit İkbal'in öldüğü bildirilsin." Karşımdaki acılı ana yüreği bu darbeyle bir defa daha tarumar olmuştu. Biz evden ayrılırken: "Bir gün o geldiğiniz gemilerle gideceksiniz! Kulaklarınızda aldığınız ah'lar israfil'in borusu gibi patlayacak!" diye acıyla haykıran kadının feryatları gerçekten de kulaklarımda çınlıyordu...
Bütün bu asap bozukluğu yetmezmiş gibi hırçın sevgilim de o öğleden sonra karargaha geldi. Elbette bana minnet duymak yerine çıkışmaktı niyeti:
"Sen Haydar abinin Halit İkbal olduğunu nasıl söylersin? Ne hakla?"
Kalbim kırıldı. Ben tüm gücümle onu korumaya çalışırken Hilal her defasında beni incitmekte bir beis görmüyordu. Yine de sinirlerime hakim oldum ve sakince:
"Hakkında idam kararı çıktı," diye durumu açıkladım. "Seni müdafaa etmek için yapmak zorundaydım."
Hilal durakladı. Bunu bilmiyordu. Ancak bir anlık tereddütten sonra devam etti:
"Bu yalanın ortaya çıkmayacak mı sanıyorsun?"
Bu defa kızgın olma sırası bendeydi. İhtar eden bir tonla:
"Çıkmayacak," dedim. Kararlıydım. "Çıkmayacak, çünkü bir yazı daha yazmayacaksın," diye devam ettim. Artık işin vahametini anlamak zorundaydı. Her an, her saniye onun ardını toplayıp onu koruyamazdım!
"Nasıl mani olacaksın bana? Kalemimi kırdın diyelim, düşüncelerimi nasıl zapt edeceksin?"
"Sen mukayyet olacaksın kendine," dedim. Sonra, yalan olduğunu bile bile ekledim: "Yoksa... kendi ellerimle tutuklarım seni, anlaşıldı mı?"
Hilal'in şaşkın ifadesi yerini kırgınlığa bıraktı. Alaycı bir biçimde:
"Başüstüne teğmen," diye başını salladı ve arkasını dönüp gitmeye davrandı.
Yine ciddiye almamıştı! Gidip yeni bir yazı yazmasından korkuyordum. Nasıl oldu bilmiyorum, kendimi onun arkasından seslenirken buldum:
"O... o geceki hareketimi de mazur gör..." Hilal durdu, yüzüme baktı. Nefesini tutmuştu, merakla ne diyeceğimi bekler gibiydi. Bense artık onun gözlerinin içine bakamıyordum. Biraz sonra söyleyeceğim yalanı onun gözlerinin içine baka baka söyleyemezdim zira.
"Aklım karıştı... Yoksa... isyancı bir Türk kızına his beslemem kabil değil."
Kelimeler ağzımdan çıkar çıkmaz pişman olmuştum bile. Hilal durakladı. Yüzünden bir hayalkırıklığı geçer gibi oldu, yahut bana öyle geldi. Ancak konuştuğunda her zamanki gibi tam bir gurur abidesiydi:
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Vatanımdaki Yabancı
Fanfiction"Biri ateş biri su... Zıtların müthiş uyumu... En büyük aşklar, en büyük nefretlerden doğmaz mı zaten?" Bir #Hileon hikâyesi... (Hikâye dizi ile olabildiğince uyumlu gidecektir. Ama olur da dizi saçmalar, Yıleon falan yapmaya kalkarsa o zaman yollar...