Aslı ile geldiğimiz yollardan şimdi sessizce tekrardan geçiyorduk. İkimizin de ağzından tek bir kelime çıkmıyordu. Dudaklarımıza prangalar vurmuştuk. Keşke bu esareti sadece dilimize değil, düşüncelerimize de vurabilseydik. Belki o zaman biraz da olsa rahatlardık. Sırtımızdaki bu yük hafiflerdi. Oysa şimdi düşüncelerim bu denli yoğunken, bu denli birbirine girmişken onları prangalara çarptırmak imkansızdı.
Zihnim bir savaş alanıydı. Birbirine düşman taraflar vardı ama bilmiyorlardı ki bu ikisi de bendim. Kendi kendimle savaşıyordum. Kendi kendime ateş açıyor, yara alıyordum. Bütün karşı taraflar bana ordularını gönderirken, kendi kalesine saldıran kral gibiydim. Ne zaman biteceğini bilmediğim bir belirsizliğin içindeydim. Ve aklıma takılan o soru... Bu savaşı kim kazanacaktı? Her şekilde ben kazanıp, her halükarda ben kaybedecektim. Bu ne büyük bir ironiydi.
Zehra teyzenin anlattıkları, Aslının söyledikleri ve tabi ki Ömer'in yaptıkları hepsi bu savaşta yerlerini almıştı. Konuştukları her vakit, zihnime bir bomba düşüyor, ortalığı talan ediyordu. Her biriyle savaşan tabularımın savaş mühimmatı bitmeye başlamıştı. Onların eli çok güçlüydü. Onların kendilerinden bu kadar emin olması, düşüncelerimi oyuna getiriyordu. Ah ne zordu insanın kendi ile savaşması. Ne zordu düşüncelerinin kendine düşman olması. Doğrusunu şaşırması, neye inanacağını bilmemesi, kendisini boşlukta hissetmesi zordu vesselam.
Çok bilinmeyenli bir denklem kol geziyordu zihnimin ücra köşelerinde. Cevabının bulunması zor olan bir problem. Her seferinde başka bir cevap bulunan bir soruydu bu. Beni zor durumda bırakıyordu. Her cevabı buldum dediğim de aslında yerimde saydığımı haykırıyordu. Çıkış yolunu bulmak için ne yapacağımı şaşmıştım. Hangi yolun doğru olduğunu, hangi düşüncenin beni kurtaracağını bilmeden hepsini denemeye kalkmak saçmalıktı. Zaman azdı ve bu sorunun muhakkak bir doğru cevabı vardı.
Aslı'nın sadece dakikalar önce söylediği her bir kelime zihnimi bulandırıp, düşüncelerime ateş açmaya çoktan başlamıştı. Lakin okuduğu ayette bir cümle vardı ki, söylediği ilk andan itibaren diğerlerinden farklı bir his vermişti bana.
'Gözlerini haramdan korusunlar'
Bu cümleyi düşünüp duruyordum. Gözleri haramdan korumak nasıl oluyordu? Bunu nasıl yapacaktık? Peki ya haram dediği şey tam olarak neydi? Bu soruları sorsam benimle içten içten dalga geçer miydiler? Hayır hayır onlar öyle insanlar değildi. Şimdiye kadar sorduğum her soruya hiç gocunmadan cevap vermişlerdi. Benim sormama ya da soramama nedenim utandığım içindi. Bunları bilmediğim için mi utanıyordum, yoksa şimdiye kadar hiç araştırmadığım, hiç sorgulamadığım için miydi, bu kızgınlık, bu öfke?
Bunları düşünmeye o kadar kaptırmıştım ki kendimi, evin önüne geldiğimizi fark etmedim. Aslı çoktan kapıya ulaşmış, zile de art arda iki kere basmıştı. Bende yanına ulaştığım da Zehra teyze tüm güler yüzlü haliyle kapıyı açıp oldukça şen şakrar bir sesle "Hoş geldiniz kızlar" dedi. Onun bu enerjik sesine rağmen ikimiz de ruhsuz bir şekilde 'hoş bulduk' dedik. Sanki içimde bir canavar varmış da bütün enerjimi sömürüp başka insanlara dağıtıyordu. Ya da Robin Hood bu sefer taraf değiştirmiş, enerji dağıtıyordu. Yani rica ediyorum Robinciğim, benim enerjim ancak bana kadar.
Zihnim de Robin Hood ile yaptığım konuşma eşliğin de kırmızı terliklerimi giyerken Aslı'da terliklerini çoktan giymiş, başındaki şalı açmak ile meşguldü. Bakışlarım her ne kadar onda olsa da kulaklarım salondan herhangi bir ses duymayı bekliyordu ama yoktu. Gitmiş olabilirler miydi? Diğerlerini bilmem ama bir tek Büşra gitmiş olsa iyi olurdu. Kendisini gün içerisinde fazladan görünce bünyeme dokunuyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
AYDINLIĞA HİCRET
Spiritual-TAMAMLANDI- Mevlana derki aşk ateşi önce sevilene, oradan sevene düşermiş. Yani bir insan aşık olmuşsa, maşuk ışığını yaktığı için olmuştur. Eğer maşuk yanmazsa, aşık yanamaz. Eğer maşuk, bir mum gibi ateşe düşüp eriyemezse o ateş, pervaneye düşm...