Gözlerim aradığını bulmuş ve ayrılmak istemezcesine o siyahların içinde kaybolmak istiyordu. İçinde bulunduğum bu karanlıktan yine onun karanlık gözlerine dalarak kurtulmak istiyordum. Ona aşıktım. Ama aşk neydi? Şem olmak mıydı, yoksa pervane olmak mı? Yanmak mıydı, yoksa yakmak mı? Hangisi daha zordu? Sevdiğin, aşık olduğunun kişi için kül olmayı göze almak mı, yoksa ateşinle hem onu hem de kendini yakmak mı? Hangisi olursan ol, ister Şem ol yak, ister pervane olup yan. Önemli olan uğrunda canını verebileceğin bir aşkın olmasıydı.
Onsuz nefes alamayacağın, her zerren de onu hissedeceğin, karşılık beklemeden, uzaktan da sevebileceğindi aşk. Aşk; dile getiremediklerimiz de dokunmadan da sarıldıklarımız da bakmadan da gördüklerimiz de gizliydi. Hayal kurmaktı, belki de beklemekti. Gelip gelmeyeceğini bilmeyerek, umut ederek beklemek.
Aşk; biraz hüzündü, biraz özlem, biraz da arayış... Senin olmayacağını bile bile sahiplenmekti. Bencillikti. İçin kan ağlarken gülmekti. Belki de aşk sessiz yaşandığın da aşktı. Yapmam dediğin şeyleri yapmaktı. Hastalıktı. Amansızca bulaşan, başladı mı, peşini bırakmayandı. Uzaklaşmak istediğin de daha çok yaklaştığındı. Kalp sızındı. Kimsenin göremediğini görmekti. Gözlerinin siyahında kaybolmaktı. Aşk; her seferinde af etmekti. Kırgın yanını yok etmek. Her şiirde biraz onu aramak, her satır da onu bulmaktı. Kalbin yorgun yolcusuydu aşk. Ve aşk insanın başına sadece bir kez gelebilecek bir rüyaydı. Tekrarı olmazdı. Şimdi burada olan bu adama duyduğum bu aşk, karşılıklı mıydı? Onunla biz olabilecek miydik? Yoksa ben bu aşkın yükünü tek başıma mı sırtlanacaktım?
Aklımda bu sorularla ona bakarken o üzerine çok yakışan takım elbisenin içinde yorgunluğunu belli edercesine duruyordu. Sevdiğim, yanmayı göze aldığım adamın saniyelik gördüğüm gözleri çökmüştü. O sarsılmaz, sert çehresinin yerinde yeller esiyordu. Bana söylediği her bir sözü unutarak, ona sarılmayı, benim Şem'im olmasını ne çok isterdim. Üç gün önce sorduğum o sorunun cevabının 'evet' olması için nelerimi feda etmezdim. Acaba o da duymuş muydu hikayeyi? O da kendinden bir şeyler bulmuş muydu? Bir gün o da beni benim onu sevdiğim gibi sever miydi?
Hüzün yine dört bir yanımı sarmışken Kübra'nın sesiyle her şey paramparça olmuş, sessizlik önemini kaybetmişti.
"Ömer abim"
Oturduğu yerden kalkıp hızla koştuğunda Ömer Kübra'yı kucağına almış ve salondaki herkesin odak noktası haline gelmişti.
"Selamün aleyküm"
Benden hariç hepsi ''Aleyküm selam'' demişti. Ona karşılık vermemem sesimi bulabileceğimden emin olmamamdı.
Zehra teyze oturduğu yerden kalkıp ''Oğlum, aç mısın?'' diye sorduğunda Ömer ''Açım anne...'' deyip sözüne devam edecek gibi dururken Zehra teyze buna müsaade etmeden konuşup mutfağa gitti.
"Hemen sana da bir tabak hazırlayayım."
Kübra, Ömer'in kucağında el verdiği kadar kollarını açıp, gözlerini de pörtletip ''Ömer abi biliyor musun?'' dedi son harfi uzatarak. Bu hali o kadar komikti ki Ömer de öyle düşünmüş olmalı ki dudakları tüm yorgunluğuna rağmen yukarı kıvrılıp ''Neyi?'' dedi. Kübra gibi o da son harfi uzatmış ve gözlerini pörtletmişti. Şuan da Kübra'dan daha komik olmuştu ve engelleyemediğim gülümsemem çoktan yerini almıştı.
''Yarın babaannem geliyormuş'' dediğinde Ömer, Kübra da ki bakışlarını Aslı ile Nisa arasında gezdirip, soru sormuş da cevabını bekliyormuş gibi bakıyordu.
''Evet, yarın geliyormuş Esma sultan'' diye cevap verdiğin de Nisa, Ömer hiç zaman kaybetmeden ''Bana düğünden bir kaç gün önce geleceğini söylemişti'' dedi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
AYDINLIĞA HİCRET
Espiritual-TAMAMLANDI- Mevlana derki aşk ateşi önce sevilene, oradan sevene düşermiş. Yani bir insan aşık olmuşsa, maşuk ışığını yaktığı için olmuştur. Eğer maşuk yanmazsa, aşık yanamaz. Eğer maşuk, bir mum gibi ateşe düşüp eriyemezse o ateş, pervaneye düşm...