Bölüm 13

21.3K 1.5K 127
                                    

Kütüphanede konuştukları gecenin ertesi günü Sandra Marki Hazretleri'ni hiç görmedi. Konağın efendisi sabah erkenden dışarı çıkmış akşama kadar da dönmemişti. Herhalde ayrılmadan önceki son işlerini takip ediyordu. Evdeki hizmetkarlar dışarıdan gelen dedikodularla gergin vaziyetteydi. Marki Hazretleri'nin Norwich'i terkedeceğini duymuşlar, kendilerine bir şey söylenmediği için de tedirgin olmuşlardı. Bay Burton'a sorup sormamak konusunda tereddüte düşen uşaklar sabah sabah aralarında tartışmışlardı. Kimisi böyle ciddi bir konu ev çalışanlarından saklandığı için köpürüyor, kimisi de yaşlı adamı kızdırırlarsa referanslarının tehlikeye düşebileceğini söyleyerek arkadaşlarını sükunete çağırıyordu.

Sandra kahvaltıda birkaç lokma atıştırıp kendini kütüphaneye kapatmıştı. Tartışmanın sinirlerini geriyor olması bir yana eğer kendisinin durumdan haberdar olduğunu ve onlardan gizlediğini öğrenirlerse bütün öfkelerini ona yöneltirlerdi. Haksız sayılmazlardı aslında, iş bulamamaktan, ortada kalmaktan endişeliydiler ve vakitli öğrenip kendilerini hazırlamaları daha iyi olurdu. Bay Burton'a söz verdiği için bildiklerini saklamak zorunda kalması vicdanını rahatsız etmişti.

Kahya Burton kitapların içine konacağı sandıkları odaya taşıttırdığında Sandra kafasında bir yerleşim planı yapmıştı zaten. Bütün gün iki uşağın yardımıyla sandıkları doldurup üstlerine numaralar yazdılar. Sandığın numarasıyla içindeki kitap türlerini de bir kağıda okunaklı olmasına çalışarak yazıyordu genç kız. Hava kararmaya yüz tutmuşken bütün raflar boşalmıştı.

Akşam yemeğinden sonra odasına çekilen genç kız Marki Hazretleri'nin hediyesi olan kitabı okuyarak bir süre oyalandı. Dokunaklı bir aşk öyküsüydü Romeo ve Juliet'inki. İki genç birbirlerini sevdikleri halde aileleri yüzünden bir araya gelemiyorlardı. Aileler neden gençlerin mutlu olmasına engel oluyordu? Babalar çocuklarını serbestçe eziyet edebilecekleri mahluklar olarak mı görürlerdi hep? Babası yüzünden kendisi de ağabeyi de evden kaçmıştı. Sandra'nın durumu hala belirsizliğini koruyordu. Acaba kendine altına sığınacak güvenli bir çatı bulabilecek miydi? Ya Anton? Nerelerdeydi ki? Sağ mıydı değil miydi onu bile bilmiyordu. Kendisini bir kere bile aramamıştı. Bu kadar mı umursamazdı? Babasından dayak yediğini bilmiyor muydu, neden gelip onu kurtarmamıştı? Şimdi böyle yarın nereye gideceğini bilemeden yaşamak, sevildiği, şefkat gördüğü bir yuvada bulunamamak ne acıydı. Annesini kaybettiğinden beri saçlarını okşayan hiç kimse olmamıştı.

Ağlayarak uyuyakalan Alexandra yeni bir güne uyandığında hüznünü üzerinden atamamıştı. Kendini zorlayarak üç beş lokma bir şey yedikten sonra boşalan rafları silmek için kütüphaneye çıktı. Bir gün önce kitaplarla dolu rengarenk raflar şimdi ruhunu yitirmiş gibi görünüyordu gözüne.

Düşünceler içinde çalışırken kapının açılması üzerine dönüp arkasına baktı. Marki Hazretleri'ni görünce telaşlanan Sandra reverans yapmak için üstüne bastığı alçak tabureden hızla inmeye çalışınca sendeledi ve düşmekten kıl payı kurtuldu. Kızın sarsak hallerini bıkkın bakışlarla izleyen Arthur kendini topladığından emin olunca sordu.

- Sandıkları aşağıya göndermişsin. Hangisinde ne olduğunu biliyor muyuz?

- Tabii ki Lordum, emir buyurduğunuz gibi türlerine göre yerleştirdiğim sandıkların her birinin üstüne numara yazdım ve her numaranın hangi türe karşılık geldiğini de işte bu kağıda yazdım.

Sandra'nın küçük masanın üzerinden alıp uzattığı kağıdı dikkatle inceleyen genç adam ufak tefek yazım hataları haricinde kızın yaptığı işten memnun kalmıştı.

- Aferin sana, görevini başarıyla tamamladın. Şimdi şu raf silme işini bitirince iyice dinlen, kimseye belli etmeden eşyalarını topla, akşam yemeğini sıkı ye ve yolculuğa hazır ol. Sakın ha hiç kimseye en ufak bir şey söyleme. Anladın mı beni Sandra?

Demir Dük'ün OğluHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin