Bölüm 8

22.8K 1.8K 115
                                    

Konakta günler birbiri ardına geçiyordu. Toplam onbeş hizmetkarın çalıştığı evde Sandra'yı huzursuz eden kimse yoktu. Sabahtan akşama kadar çalışmaları gerekse de kahya Burton ve mutfaktan sorumlu karısı Abigail'in idaresinde hizmetkarlara kötü davranılmıyordu. Herkes görevini yaptığı sürece yemekler bol ve lezzetli, maaşlar tatmin ediciydi. Sandra kendini güvende hissediyordu. Ara sıra annesi, babası, kayıp erkek kardeşi aklına geldikçe duygulanıyor ama çoğu zaman düşünmeye bile fırsatı olmuyordu. Evdeki en kıdemsiz hizmetçi olarak en zorlu temizlik işleri genç kızın omzundaydı. Genç kız ise bu durumdan hiç şikayetçi değildi, çalışınca vakit çabuk geçiyor, geceleri yorgunluğu sayesinde uykuya dalmakta zorlanmıyordu.

Diğer hizmetkarlar Sandra'yı gayet sıcak karşılamıştı. Uşaklar ve hizmetçiler genellikle karı koca çalışıyorlardı, birkaç tane de bekar kız vardı. Kadınlardan bir iki tanesi güzelliği yüzünden kızdan huzursuz olmuş ama bütün gün gözünü yerden kaldırmadan işiyle meşgul olduğunu görünce kocaları için bir tehdit oluşturmadığına hükmedip sakinleşmişlerdi. Yaşı kendine yakın olan kızlarla çabuk arkadaş olmuştu, Sandra. İş aralarında Bay Burton'a yakalanmadan yaptıkları kısa sohbetlerde henüz görmediği ev sahibi hakkında da epey şey duymuştu. Efendileri soğuk, kimseyi beğenmeyen, sosyal ortamları sevmeyen, çok fazla arkadaşlık kurmayan, hele evdeki hizmetçileri neredeyse eşyalardan ayırt etmeyen biri olarak anlatılıyordu. Sandra başta adamın kendini beğenmişliğini hoş bulmasa da düşündükçe bunun kendi lehine olacağını hissediyordu. Erkek çalışanlar daima eşlerinin gözetimindeydi zaten. Evin tek bekar erkeği olan Marki de kendisini sehpanın üstündeki vazodan daha dikkat çekici bulmayacaksa, zavallı Flora'nın yaşadıklarını yaşama ihtimali de olmazdı. Yine de ev sahibinin gelme zamanı yaklaştıkça içini bir tedirginlik kaplıyordu.

Böylece Ağustos ayının son günleri yaklaşırken Sandra'nın hayatında kendini bildi bileli hiç olmadığı kadar sükunet ve huzur vardı ama Norwich'in kuzeyindeki askeri kampta Londra'dan gelen haberlerle sarsılan Arthur için aynı şeyi söylemek mümkün değildi.

Arthur, babasından gelen mektubu tekrar okudu. Yaşlı adam her zamanki, öz oğlunu ve varisini emrindeki en kıdemsiz askerden ayırt etmeyen üslubuyla sıraladığı satırlarında, Arthur'un tavırlarından ötürü nişanlısının ve ailesinin üzgün olduğunu, kendilerini rencide edilmiş hissettiklerini, dolayısıyla evlilik işini planlanandan daha öne çekmenin elzem hale geldiğini anlatmış ve genç adamın düğün için gerekli hazırlıklarını yapıp sezon başında Londra'da bulunmasını emretmişti.

Bu Arthur için tehlike çanlarının çalmaya başladığı noktaydı. Dük Hazretleri'nin evlilik için oğluna tanıdığı süre bir aydan azdı ve bu kadar zamanda ne çeşitli yatırımlara bağladığı birikimlerini nakde çevirebilir ne de gidebileceği bir ülkeyle bağlantılar tesis edebilirdi. Şu halde iki seçeneği vardı. Biri kaderine razı olup evlenmek diğeri de parasız ve plansız şekilde kaçmaktı. Genç adam bir gün bu yol ayrımına geleceğini biliyordu ama daha epey vakti var sanıyordu. Fena halde hazırlıksız yakalanmıştı. Öfke, hüzün, korku, yenilgi,.. bütün kötü duyguları bir arada yaşıyordu. Ama bir an önce kafasını toplayıp nihai kararını vermek zorundaydı. Kararını verecekti ki adımlarını ona göre atacaktı.

Arthur'un bir yönü cesur bir asker bir başka yönü de yaş tahtaya basmayan temkinli bir stratejist olduğundan elinde buruşturduğu mektupla volta atarak kendi kendiyle tartışması epey zaman devam etti. Kariyerinden, ünvanından, konumundan vazgeçmemek için nişanlısına bir ömür boyu katlanmak fikri akıl sahibi insanların yüzde doksanının tercihi olabilecek kuvvetli bir seçenekti ama genç adam gururunu ve özgürlüğünü her şeyin önünde tutuyordu. Demir Dük'e karşı yapacağı her türlü çıkış için eli öyle zayıftı ki yenilgi kaçınılmaz görünüyordu. Kendini, bir avuç adamla İngiliz ordusuna baş kaldıran Sir William Wallace'ın yerine koyarak 'Umarım sonum onun gibi olmaz' diye düşündü. Asırlar önce yaşamış İskoç şövalyesinin İngilizler tarafından çok sevilmediği doğrudur ama Arthur düşmanın da cesuruna saygı duyardı elbette. Wallace'ın kahramanlıklarla dolu yaşamını, kendi saçma sapan durumuyla bağdaştırma çabasını komik bulan Arthur kendi kendine güldü. Yine de O da özgürlüğü için savaşmak arzusundaydı ve düşman, İngiliz ordusunun tamamı olmasa da orduyu istediği gibi manipüle edebilecek Büyük Komutanıydı. Durdu, omuzlarını dikleştirip çenesini yukarı kaldırdı. Demir Dük'le mücadele etmezse gururu ayaklar altına alınmış olacak, aynaya bakmaya tahammülü olmayan bir adam haline gelecekti. O halde verilebilecek tek karar vardı:

Demir Dük'ün OğluHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin