İri yarı bir adam olan Kral MacGil’in fıçıyı andıran bir gövdesi, katıldığı savaşlara ait izlerle dolu geniş bir alnı, griye çalan gür sakalları ve
onunla yarışacak uzun saçları vardı. Kraliçesiyle beraber kale duvarlarının üzerinde duran Kral, günün gelişen olaylarını görmezden geliyordu. Tüm ihtişamıyla göz alabildiğine uzanan
kraliyet arazisinin etrafı kadim taşlardan yapılma duvarlarla örtülüydü. İşte Kraliyet Sarayı, burasıydı. Birbiri içine giren karmaşık sokakların içinde her türden yapı bulunurdu. Savaşçılar, atlar, Gümüşler, Lejyon, muhafızlar, kışlalar,
silah depoları, demirciler, temizlikçiler
ve şehir duvarlarının içinde yaşamak isteyen vatandaşlar için yapılan yüzlerce konut, şehrin her bir yanına dağılmıştı. Bu yapıların arasında ise geniş çimenlikler, güzel bahçeler, taş kaplı
meydanlar ve fıskiyeli süs havuzları bulunuyordu. Kraliyet ailesi tarafından yüzlerce yıldır geliştirilen şehir, şu an hiç kuşkusuz Batı Yüzük Krallığı’nın en iyi korunan kalesiydi. MacGil bir kralın sahip olabileceği en sadık askerlere sahipti ve saltanatı boyunca henüz kimse ona saldırmaya cesaret edememişti. Tahta geçen yedinci MacGil olan kral, otuz iki yıldır hüküm
sürüyordu ve halkı tarafından iyi niyeti ve bilgeliği ile tanınıyordu. Onun hükmünde topraklar genişlemiş, ordunun büyüklüğü iki katına çıkmış, şehirler zenginleşmiş ve halkı büyük bir refaha kavuşmuştu. Kraliyete ait topraklarda Kral’dan yakınacak bir kişi bile bulmak olanaksızdı. Cömertliğiyle tanınan bu
Kral’ın hükümdarlığı kadar barış ve refahla anılan başka bir dönem olmamıştı. Fakat ne kadar enteresandır ki, Kral’ın uykuları kaçıranda işte tam buydu. Çünkü MacGil tarihin nasıl
işlediğini bilirdi; hangi çağda olursa olsun, iki savaşın arasında geçen zaman hiçbir zaman çok uzun değildir. Artıksavaş olur mu diye düşünmüyor, ne zaman ve kimlerle olacağını kestirmeye çalışıyordu. Şüphesiz ki en büyük tehdit Halka’nın dışındaki barbar
imparatorluğuydu. Vahşi Diyarlar’da yer alan bu imparatorluk, Halka’nın dışında, Kanyon’un öbür tarafında yaşayan tüm insanları hakimiyeti altında tutuyordu. MacGil ve kendinden önce gelen yedi selefi için Vahşi Diyarlar asla bir tehdit
oluşturmamıştı; krallığın bir yüzüğe benzeyen eşsiz coğrafyası, onu dünyanın geri kalanından ayıran bir buçuk kilometre kalınlığındaki derin kanyonu ile bu kanyonun içine MacGil’in emriyle
kurulan enerji kalkanı sayesinde, Vahşi Diyarlar’dan korkmak için pek de bir sebepleri yoktu. Onlarca kez saldırmayı deneyen barbarlar ısrarla kalkanı delerek, kanyonu geçmeye çalışmışlardı. Kendisi ve insanları bu halkanın içinde kaldığı sürece herhangi bir tehditten söz
edebilmek zordu.Tabii bu herhangi bir iç tehditle karşılaşılmayacağı anlamına gelmiyordu.
Zaten MacGil’i uyutmayan da işte buydu. Bugün şehirde yapılan hazırlıklar, en küçük kızının evlilik töreni içindi. Düşmanlarını kontrol altında tutarak, Doğu ve Batı Halka Krallıkları
arasındaki barışı sürdürebilme gayretindeydi.
İki yöne doğru biner kilometre uzanan Halka, tam ortasından bir dağ sırası ile bölünüyordu. Buraya Yüksek Topraklar denirdi. Yüksek Topraklar’ın
diğer tarafında yer alan Doğu Krallığı, Halka’nın öbür yarısında hüküm sürüyordu. Asırlardır McCloud hanedanlığı tarafından yönetilen Doğu
Krallığı, MacGil’ler ile aralarındaki hassas ateşkes anlaşmasını her zaman bozmaya çalışırdı. Hep bir şeylerden şikayet eden McCloud’lar, Halka’nın kendilerine ait kısmındaki toprakların
daha verimsiz olduğunu iddia ederlerdi. Yüksek Toprakları da sürekli tartışma konusu yapan McCloud’lar, tüm dağ sırası üzerinde hak iddia eder ve MacGil’lere ait olan kısmın, kendilerine
verilmesini talep ederlerdi. İki taraf arasındaki sınır çatışmaları ve işgal tehditlerinin ardı arkası hiçbir zaman kesilmezdi.Tüm bunları enine boyuna düşünen MacGil’in sinirleri gerilmişti. McCloud’lar hallerine şükretmeliydiler; çünkü hem verimli topraklarda
yaşıyorlar hem de bu topraklar Kanyon tarafından korunuyordu. Halka’nın içinde kendilerine bir yer bulabildikleri için şükretmeliydiler. McCloud’ların saldırmaya cesaret edememesinin tek nedeni, tarihte ilk defa MacGil’lerin bu kadar güçlü bir orduya sahip
olmalarıydı. Fakat tüm bilgeliğiyle MacGil, ufukta bir savaşın olduğunu biliyordu; çünkü hiçbir barış bu kadar uzun sürmemişti. MacGil işte bu yüzden
en büyük kızını, McCloud’ların en büyük prensiyle evlendirme kararı vermiş ve düğünün gerçekleşeceği gün gelip çatmıştı. Aşağı baktığı zaman, rengarenk kıyafetleriyle Yüksek Topraklar’ın iki yanından gelen binlerce insanın kale duvarları içine doluşmasını izleyebiliyordu. Aylardır bugün için hazırlanan halka, her şeyin ihtişamlı ve güçlü görünmesi için devamlı
tembihlerde bulunulmuştu. Bu alelade bir düğün değil, McCloud’lara yollanacak bir mesajdı da aynı zamanda. Şehrin stratejik noktalarına yerleşen yüzlerce askerini izleyen MacGil,
durumdan hoşnuttu. Onun istediği işte tam da böyle bir güç gösterisiydi. Fakat gene de biraz gergindi; çünkü iki halkın bir araya gelecek olması, çıkacak taşkınlıklara zemin hazırlıyordu.
Alkolün verdiği cesaretle birilerinin yanlış bir şeyler yapmamasını umuyordu. Mızrak ve spor müsabakaları için ayrılan alanlarda göz gezdiren MacGil, o gün düzenlenecek eğlenceleri şöyle bir
düşündü. Müsabakalar epey gergin geçecekti. Küçük çaplı da olsa bir orduyla gelecek olan McCloud’ların her karşılaşmayı bir gurur meselesine döndüreceğinden şüphesi yoktu.
Bunlardan sadece birinde çıkabilecek
anlaşmazlık, anında tam teşekküllü bir
çatışmaya dönebilirdi.
“Kralım?”
Kraliçenin nazik elini omzunda hisseden Kral, ona doğru döndü ve bunca yılın ardından bile halen gördüğü en güzel kadın olduğunu düşündüğü Kraliçesine baktı. Hükümdarlığı
boyunca evli olduğu bu kadın ona üçü erkek, toplam beş çocuk vermiş ve bir kere bile şikayet etmemişti. Daha da önemlisi ise Kraliçe’yi en güvenilir danışmanı olarak görüyordu. Bunca yıl
içinde kadının, emrindeki erkeklerin hepsinden daha bilge olduğunu anlamıştı. Hatta kendisinden bile daha bilge.
“Politik açıdan önemli bir gün.” dedi
Kraliçe. “Fakat aynı zamanda kızımızın düğünü de. O yüzden keyfini çıkarmaya çalış. Ne de olsa bir kere gerçekleşecek bir olay.” “Elimde hiçbir şey yokken daha az endişelendirdim.” diye cevapladı Kral.
“Fakat artık her şeye sahibiz ve bu yüzden sürekli endişeliyim. Güvende sayılırız. Ama ben hiç öyle
hissetmiyorum.”
Kadın ona iri ve ela gözleriyle, merhamet dolu bir bakış attı; sanki dünyanın tüm bilgeliği bu gözlerin içine toplanmıştı. Her zaman mahmur bakışlı olan bu gözlerin etrafı içinde yer yer
beyazların olduğu, düz kahverengi saçlarla örtülmüştü. Suratındaki birkaç kırışıklık dışında, yıllar ona iyi davranmıştı.
Kraliçe, “Çünkü güvende değilsin.”
dedi. “Hiçbir kral değildir. Sarayımızdaki casus sayısı duymak isteyeceğinizden bile fazla. Çünkü bu işler böyledir.”
Adamı öpüp, gülümsedi.
“Keyfine varmaya çalış. Ne de olsa bu bir düğün.” diyen Kraliçe, surlardan aşağı inmeyi başladı.
Kadının gitmesini izleyen Kral, dikkatini tekrar sarayın içine çevirdi. Kraliçesi haklıydı; tıpkı her zaman olduğu gibi. Bu bir düğündü, hem de çok
sevdiği kızının düğünü. Yılın en güzel
zamanının, en güzel gününde yapılacak
olan düğün, baharın zirveye ulaştığı,
yazın ise yavaştan kendini gösterdiği bir
zamana denk getirilmişti. Doğa ise cıvıl
cıvıldı. Pembe ile morun, turuncu ile
beyazın kapladığı ağaçlar her yerdeydi.
Adamlarının yanına inip, kızının evlenmesini izlerken, sarhoş olana kadar
bira içmekten daha fazla istediği bir şey
yoktu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
YÜZÜK KRALLIĞI - Ejderhaların Kaderi (ARA VERİLDİ)
Science FictionAsla 14 yaşında ki bir çocuğun hayalleriyle oynama! Yoksa gün gelir ölümü onun ellerinde bulursun Yüzük Krallığı'nın eteklerinde küçük bir kasabada yaşayan, 14 yaşındaki çok özel bir çocuğun etrafında dönen destansı bir yaklaşan çağ hikâyesi. Dört...