12

28 5 0
                                    

Ziyafetin verildiği salonda oturan MacGil insanlarını izliyordu. Masanın bir ucunda o, diğer ucunda McCloud oturuyor, aralarında ise iki klandan yüzlerce kişi yer alıyordu. Saatler devam eden şenlikler, en sonunda sabah mızrak müsabakasında yaşanan gerilimi dindirebilmişti. Tıpkı MacGil’in de düşündüğü gibi, erkeklerin
aralarındaki farklılıkları unutması için
gereken tek şey, şarap, et ve kadındı. Şimdi
kırk yıllık silah arkadaşlarıymış gibi uyum
içinde oturuyorlardı. Hatta MacGil artık kimin hangi klandan olduğunu bile ayırt edemiyordu.
Esas planının işlediğini gören MacGil
en sonunda haklı çıktığını hissediyordu. İki
klan daha şimdiden yakınlaşmıştı bile.
Kendinden önceki atalarının başaramadığı
şeyi, o başarıyordu; halkanın iki tarafını
birleştirerek iki krallığı, belki dost olmasalar bile, en azından huzur içinde geçinen iki komşu haline getirebilmek. Yeni kocası McCloud Prensi ile kol kola girmiş olan kızı Luanda mutlu gibiydi. Bu
duyduğu suçluluk duygusunu biraz azalttı.
Belki kızını feda etmiş olabilirdi, fakat en
azından Luanda bir gün kraliçe olabilecekti.
MacGil bugüne ulaşmalarını sağlayan plan aşamalarını ve danışmanlarıyla yaptığı saatler süren tartışmaları düşündü. O, asla bu birlikteliğe karşı çıkan danışmanları gibi düşünmemişti. Bu barışı devam ettirmenin kolay olmayacağını
biliyordu. Elbet bir gün McCloud’lar, Yüksek Topraklar’daki evlerine yerleşecek, bu düğün unutulacak ve aralarındaki huzursuzluk tekrar gün yüzüne çıkacaktı. MacGil saf biri değildi. Fakat artık iki klan arasında bir kan bağı
kurulmuştu ki, yeni çiftin bir de çocukları
olduğu zaman bu bağı göz ardı etmek öyle
çok kolay olmayacaktı. O çocuk bir gün
büyür de, tahtına başına geçerse, Halka’nın
iki yanından doğmuş biri olarak belki onu
sonsuza dek birleştiren kişi olacaktı. İşte o
gün Yüksek Topraklar artık tüm bu kavganın kaynağı olmaktan çıkacak ve tek bir kralın altında her yer refaha kavuşacaktı. Bu MacGil’in kendisi için değil, torunları için düşlediği bir hayaldi. Ne de olsa Halka her daim güçlü
kalmalıydı ki, kendini Kanyon’un ötesinden gelen vahşilere karşı koruyabilsin. İki klanın birbirinden ayrı olması dünyanın geri kalanı için bir güçsüzlük belirtisiydi. Ayağa kalkan MacGil bağırarak,
“Kadeh kaldırmak istiyorum.” dedi. Kral’a kulak kesilmiş yüzlerce kişi ayağa kalkarak kadehlerini kaldırdı.
“En büyük çocuğumun evliliğine! MacGil ve McCloud’ların birleşmesine! Ve Halka’nın her yanında barışın hüküm sürmesine!”
Masadakiler, “BU LAFLARA KULAK VERİN!” diye bağırdıktan sonra hep beraber içkilerini kafalara diktiler. Salona tekrar kahkaha ve ziyafetin gürültüleri hakim oldu.
Odayı inceleyen MacGil diğer çocuklarını görmeye çalıştı. Tabii ki ilk gördüğü Godfrey oldu. Kucağında iki tane kadın, elinde koca bir bardak ve etrafını saran tekinsiz arkadaşlarıyla oturuyordu. Ardından sevgilisi Firth’e gereğinden fazla yakın oturmuş olan Gareth vardı. Firth’ün
kulağına bir şeyler fısıldıyordu. Kral, Gareth’ın gözlerindeki ifadeden, onun bir şeyler planladığını hissetti. Bunun ne olabileceğini düşünmek bile istemeyen Kral kafasını başka yöne çevirdi. Odanın en uzak köşesinde ise en küçük oğlu Reece, yanında yeni çocuk Thor ile beraber silahtarlara ayrılan masada yemek yiyorlardı. Thor’u çoktan oğluymuş gibi görmeye başlayan Kral, Reece’in onunla iyi anlaştığı görünce mutlu oldu. Küçük kızı Gwendolyn’i ise kenardaki masalardan birinde hizmetçileriyle
kıkırdarken gördü. Kızın bakışlarını takip
edince Thor’a ulaştı. Gwen’i bir süre inceleyen Kral, onun Thor’a abayı yakmış olduğunu anladı. Bunun olacağını tahmin edememişti ve şimdi buna nasıl tepki vermesi gerektiğini bilmiyordu. Bu başını ağrıtabilecek bir durumdu, hele ki karısının haberi olursa.
“Her şey göründüğü gibi değildir.” dedi bir ses. Sesin sahibi olan Argon, hemen Kral’ın yanına oturmuş ve beraberce yemek yiyen iki klanı izliyordu “Sen bu durumdan ne çıkarıyorsun?”
diye sordu MacGil. “Krallıklarda barış yakın mı?”
“Barışlar asla sabit değildir.” dedi Argon. “Her zaman iniş ve çıkışlar olur. Senin burada gördüğün şey, barışın tamamlanmamış, kaba bir hali. Onun yüzlerinden sadece biri. Atalarından
beri süregelen bir düşmanlığa zorla barışı dayatmak istiyorsun. Fakat ortada yüzlerce yıllık bir kan davası var. Ruhlar intikam çığlıkları atıyor. Ve sen tüm bunların üstünü basit bir düğünle
örtemezsin.”
Argon’un yanında her zaman olduğu gibi gerildiğini hisseden Kral, şarabından bir yudum daha aldıktan sonra, “Ne demek istiyorsun?” diye sordu. Yüzünü Kral’a dönen Argon’un bakışları o kadar şiddetliydi ki, MacGil’in içi endişeyle doldu. “Savaş olacak. İlk saldıran McCloud’lar olacak. Buna göre kendini hazırla. Şu an burada gördüğün insanların çoğu, kısa bir süre sonra aileni öldürmek için canla başla
uğraşıyor olacaklar.” Yutkunan MacGil, “Kızımı onlardan biriyle evlendirmekle yanlış mı yaptım
yani?” diye sordu. Bir süre sessiz kalan Argon, “Pek sayılmaz.” dedi. Lafını bitirdikten sonra
kafasını çeviren Argon’un bu hareketini Kral çok iyi biliyordu; konu kapanmıştır. Kral hayal kırıklığına uğramıştı, çünkü daha sormak istediği milyonlarca soru vardı; ancak büyücünün bunların hiçbirini cevaplamayacağını çok iyi
biliyordu. O zaman Kral da Argon’un gözlerine bakmaya başladı. Büyücü, kızı Gwendolyn’i izliyordu. Kendisi de kızı izlemeye başlayan Kral, Gwen’in Thor’u takip ediyor olduğunu gördü.
Birden meraklanan MacGil, “Onlar için bir beraberlik görüyor musun?” diye sordu.
“Belki.” dedi Argon. “Henüz belirlenmeyen çok fazla şey var.” “Bulmaca gibi konuşuyorsun.”
Omuz silken Argon kafasını başka tarafa çevirdi. MacGil daha fazla cevap alamayacağını anladı. “Bugün olanları gördün mü? Çocuğun yaptığı şu şeyi?” “Yaşanmadan önce biliyordum.”
diye yanıtladı Argon.
“Sence bunun anlamı nedir? Bu çocuk güçlerini nereden alıyor? Senin bir benzerin mi?”
Argon’un ona çevirdiği bakışlardan korkan MacGil neredeyse kafasını başka yöneçevirecekti. “O, benden çok daha güçlü.” dedi.
MacGil şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemedi. Argon’un böyle bir şey dediğini daha önce hiç duymamıştı. “Senden daha mı güçlü? Sen benim
büyücümsün ve tüm diyarlarda senin yanına yaklaşabilecek başka biri yoktur.”
Argon tekrar omuzlarını silkti.
“Gücün tek bir çeşidi yoktur. Bu çocuğun güçleri senin hayal edebileceğinin çok daha ötesinde. Çocuk bile bunların farkında değil. Kim olduğuna ya da nereden geldiğine dair hiçbir fikri yok.” dedikten sonra bakışlarını MacGil’e çevirdi ve “Fakat senin bir fikrin var.” dedi. Meraklanan MacGil, “Öyle mi? Lütfen söyle. Bilmem lazım.” dedi Argon kafasını olumsuz anlamda
salladı. “Hislerini takip et. Bunun doğru olduğunu göreceksin.” “Çocuğu ilerde neler bekliyor?” diye
sordu MacGil.
“Harika bir lider olacak, tabii müthiş bir savaşçı da. Kendi krallığına sahip olacak. Seninkinden çok daha büyük olanlara. Ve senden çok daha
büyük bir kral olacak. Bu onun kaderi.” Bir an için MacGil’in içi kıskançlıkla doldu. Reece ile beraber bir şeylere gülen çocuğa baktı.
Silahtarlara ayrılan masada oturan, sıradan, güçsüz ve salondaki en genç şu çocuğa. Böyle bir şeyin nasıl mümkün olacağını anlayamıyordu. Lejyon’a bile ucu ucuna katılabiliyordu. Bir an
Argon’un yanılıyor olma ihtimalini gözden geçirdi. Fakat Argon bugüne kadar asla
yanılmamıştı ve bu tür önemli şeyler hakkında asla öylesine laflar da etmemişti. “Bana bunları neden anlatıyorsun?” diye sordu Argon’a. Argon ona baktı, “Çünkü hazırlanma zamanın geldi. Çocuğun eğitilmesi gerek. Ona elindeki tüm imkanları sağla. O artık senin sorumluluğunda.”
“Benim mi? Peki ya babası?”
“Ne olmuş babasına?

YÜZÜK KRALLIĞI - Ejderhaların Kaderi (ARA VERİLDİ) Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin