8

26 5 0
                                    

Sarayın avlusunda, en güzel kıyafetleri içinde aceleyle ilerleyen Gareth, kız kardeşinin düğünü için dört bir yandan gelen kalabalığı yararken, bir
yandan burnundan soluyordu. Babasının verdiği karar aklından çıkmıyordu. Nasıl olur da babası onu kral seçmezdi? Bu durum aklına yatmamıştı. Halbuki en büyük meşru çocuğu kendisiydi. Varisler her zaman bu kişilerden seçilirdi.
Doğduğu günden beri bir gün tahta; çıkanın kendisi olacağından hiçbir zaman şüphe duymamıştı. Babasının yaptığı insafsızlıktı. Kız
olması bir yana, kendinden daha küçük birini seçmesi neyin nesiydi? Bu haber duyulur duyulmaz, tüm krallığın alay konusu olacaktı. Bu yaşadığı şoku nasıl atlatacağını bilmiyordu.
Etrafı, farklı eyaletlerden gelen çeşit
çeşit insanla doluydu. Sıradan insanlara
bu kadar yakın olmaktan tiksiniyordu.
Ayrıca böylesi günlerde fakir ile zengin birbirine karışır ve şu doğudaki krallıktan gelen vahşilerin içeri girmelerine izin verilirdi. Gareth halen
kız kardeşinin bunlardan biriyle evlenecek olmasına inanamıyordu. Babasının yaptığı bu politik manevrayı, aşağılıkça buluyordu. İki krallık
arasında barışın sağlanması için yapılan acınası bir hareket. İşin enteresan tarafı ise, kız kardeşinin bu yaratıktan sahiden de hoşlanıyormuş gibi görünmesiydi. Gareth bunun nasıl olduğunu anlayamıyordu. Onu iyi tanıyan Gareth, kız kardeşinin asıl isteğinin o yaratık
değil, kraliçelik unvanı ile kendine ait bir toprak olduğunu düşünüyordu. Yüksek Topraklar’ın diğer tarafından gelen bu vahşilerin arasında hak ettiğini bulacaktı da. Gareth’a göre onlar
uygarlıktan, asillikten ve kültürden nasibini almamış şeyler idi. Tabii bunu kafaya takacak değildi. Madem ki kız kardeşi durumdan hoşnuttu, o zaman bırakın evlensin, diye düşünüyordu.

Hem böylece tahta uzanan yolda bir rakip daha eksilmiş olacaktı. Hatta kız ne kadar uzağa giderse, o kadar iyiydi. Gerçi bu da doğru değildi ya. Çünkü bugün itibariyle krallık elinden alınmış
sayılırdı. Artık babasının krallığındaki onlarca prensten sadece biriydi. Artık, hayal ettiği güce kavuşmanın hiçbir yolu yoktu; onu bekleyen tek şey sıradan bir hayattı.
Babası onu her zaman küçümsemişti zaten. Babası kendisini çok kurnaz görüyordu. Fakat Gareth babasından çok daha kurnaz olduğundan emindi. Mesela Luanda’nın McCloud’lardan biriyle evlenecek olması; Kral yaptığı bu
hamleyle kendini usta bir politikacı olarak görmüştü. Fakat babasından çok daha ileriyi görebilen Gareth, bu gelişmenin ilerde neden olacağı sonuçların çok daha iyi farkındaydı. Bu
evlilik McCloud’ları sakinleştirmek bir yana, onları iyice cesaretlendirecekti. Bu vahşi herifler, babasının yaptığı barış teklifini Kral’ın gücüne değil, zayıflığına addedeceklerdi. Ailelerin
arasında oluşan bağı umursamayacaklar ve düğün biter bitmez, saldırı planlarına başlayacaklardı. Asıl niyetlerini gizleyen bir tezgahtan ibaretti tüm bunlar. Bunu babasına söylemeye çalışmış, ama dinletememişti.
Bu da artık onu ilgilendirmiyordu. O artık sıradan bir prens, krallığı döndüren çarkın dişlilerden sadece biriydi. İçi nefretle dolan Gareth, babasına karşı hiç duymadığı bir öfke duydu. Babasından intikam almanın ve tahtı nasıl ele
geçireceğinin yollarını düşünmeye başladı. Hiçbir şey yapmadan öylece oturması söz konusu bile olamazdı. Küçük kız kardeşinin ona ait olan tahtı
ele geçirmesine izin veremezdi. Birisi, “İşte seni buldum” diye seslendi. Neşeli bir gülümsemeyle
harika dişlerini gösteren Firth, ona yaklaştı. On sekiz yaşında, uzun ve zayıf yapılı Firth, pürüzsüz bir cilt ile al yanaklara sahipti. Sevgilisi olan bu
adamı görmekten çoğu zaman memnuniyet duyan Gareth, şu an hiç havasında değildi. “Sanırım tüm gün benden kaçtın” dedikten sonra kolunu, Gareth’in beline doladı. Derhal adamın kolunu iten Gareth, kimsenin görmediğinden emin olmak için etrafı kolaçan etti. Sinirlenen Gareth, adamı azarlamaya
başladı, “Sen salak mısın? Sakın bir daha halkın içinde böyle bir şey yapayımdeme. Asla.”
Yüzü kızaran Firth, “Üzgünüm”dedi. “Düşüncesizlik ettim.”
“Evet. Yaptığın tam olarak buydu. Ola ki bunu tekrar yaptın, o zaman seninle bir daha görüşmem.”
Firth, suratında pişman bir ifadeyle,
“Üzgünüm” dedi. Gareth tekrar etrafı kontrol etti. Kimsenin görmediğinden emin olunca, biraz rahatladı. Konuyu değiştirmek isteyen Gareth,
“Halktan kulağına çalınan dedikodular nedir?” diye sordu. Kafasındaki kötü düşünceleri uzaklaştırmak istiyordu. Soruyu duyan Firth’ün neşesi yerine geldi.
“Herkes merak içinde. Senin varis seçildiğini duymak için sabırsızlıkla bekliyorlar.”
Gareth somurttu. Bu, Firth’ün dikkatini çekti.
Kafası karışan Firth, “Seçilmedin mi?” diye sordu.
Gözlerini Firth’ünkilerden kaçıran Gareth, utanmıştı.
“Hayır.”
Firth inanamadı. “Beni es geçti. Buna inanabiliyor musun? Hem de kız kardeşim için.”
Şimdi somurtma sırası Firth’de idi. Şaşkına dönmüştü.
“Bu imkansız” dedi. “Sen ilk doğansın. O ise bir kadın. Bu olamaz.” Firth’e sert bir bakış atan Gareth,
“Ben yalan söylemem” dedi. İkili, iyice kalabalıklaşan saray çevresinde bir süre sessizce yürüdü. Avluya her yönden binlerce insan
giriyordu. Hepsi özenle hazırlanmış
nikah masasının önünde yer alan, üstleri
kızıl renkli rahat görünümlü yastıklarla
örtülü sandalyelere ilerliyorlardı. Etrafta dolaşan hizmetkarlar bir aşağı bir yukarı koşturup, insanları rahat ettirmeye ve herkese içki servisi yapmaya çalışıyorlardı.
McCloud ile McGil’ler nikah masasının iki farklı yanına yerleşmişlerdi. McGil’lerin üzerinde
koyu mor, McCloud’ların üzerinde koyu
turuncu renkleriyle en güzel kıyafetleri vardı. Gareth bu iki klanın birbirinden ne kadar da farklı olduğunu düşündü; McCloud’lar istedikleri kadar en şık kıyafetlerini giymiş olsunlar, yine de
vahşilerden farkları yoktu. Bu suratlarından, hareketlerinden ve gülüş şekillerden bile belliydi. Bu hoş kıyafetlerin bile saklayamadığı bir
iğrençlik vardı onlarda. Kale kapılardan
içeri girebilmiş olmaları bile onu tiksindirmeye yetiyordu. Babasının aldığı tüm o salak kararlardan sadece birisiydi bu.
Eğer kral kendisi olsaydı, çok daha farklı bir yöntem izlerdi; evet, o da bu düğüne onay verirdi. Fakat gece yarısına, tüm McCloud’ların alkolden zıbarmış olacakları o saate kadar bekler
ve koridorun dışına açılan tüm kapıları
kapattırdıktan sonra hepsini ateşe verirdi. Böylece tek bir hamleyle hepsinden kurtulmuş olurdu.
“Hayvanlar” dedi Firth, McCloud’lardan tarafa bakarak.
“Babanın onları içeri almasına akıl sır erdirmek mümkün değil.
“Düğünden sonra gerçekleşecek oyunların ilginç geçmesi olası” dedi Gareth. “Düşmanlarımızı kapıdan içeri alıyor ve ardından düğün için
müsabakalar düzenliyor. Bu çatışmaya
bir davet değil ise nedir?”
“Öyle mi düşünüyorsun?” diye sordu Firth. “Surların içinde gerçekleşecek bir savaş mı? Hem de tüm bu askerler varken? Üstüne üstlük kız kardeşinin düğününde?”
Omuzları silken Gareth, McCloud’lardan her şeyi beklerdi.
“Böylesi şerefli bir birliktelik onlara bir şey ifade etmiyordur.”
“Fakat burada binlerce askerimiz var.”
“Tıpkı onların da olduğu gibi.”
MacGil ve McCloud klanlarının iki yanına da dizilmiş olan asker sıralarını inceledi. Eğer bir çarpışmaya hazırlanmıyorlarsa, neden bu kadar
asker getirsinler ki, diye düşündü. Tüm bu hoş kıyafetlere, onlarca yemeğe, her yerde açan çiçeklere rağmen, havada halen bir gerginlik vardı. İnsanları izleyen Gareth, suratlardaki mimiklerden ve vücut dillerinden, herkesin ne kadar gergin olduğunu görebiliyordu. Herkes
tetikteydi.
Belki şansım yaver gider de,içlerinden biri bıçağını babamın göğsüne saplar, diye düşündü Gareth. İşte o zaman kral olma şansını elde
edebilirdi.
“Herhalde beraber oturamayız, değil mi?” diye soran Firth’ün sesi hayal kırıklığına uğramış gibiydi. Gareth, Firth’e iğreti dolu bir bakış
attı. Zehirini tüküren bir yılan gibi
“Gerçekten bunu sorabilecek kadar salak
mısın?” dedi.
Ahırlarda çalışan bu oğlanla sevgili olarak iyi bir şey yapıp, yapmadığını ciddi olarak düşünmeye başlamıştı. Eğer bu toy hareketlerini bırakmazsa, ikisi de bu ilişkiden çok ciddi zarar görebilirdi.
Firth utanarak yere bakıyordu. Onu iterek, “Seninle daha sonra ağırda görüşürüz. Şimdi defol” dedi. Firth kalabalığın içinde kayboldu.
Gareth birden kolunda buz gibi el hissetti. En sonunda yakalandığını düşünüp, panik yaptı. Ancak derisine batan zayıf parmakları ve uçlarındaki uzun tırnakları görünce ne olduğunu
anladı; bu eller Helena’nındı. Karısının. Öfkeli kadın, “Böyle bir günde sakın beni utandırayım deme” dedi. Kadını incelemeye koyuldu;
üzerindeki beyaz renkli uzun kadife giysisi, suratına yumuşak bir ifade veren makyajı, toplanmış saçı ve elmas kolyesiyle, harika gözüküyordu. Evlendikleri günkü kadar güzeldi, fakat Gareth kadına karşı hiçbir şey hissetmiyordu. Bu evlilik de babasının
fikirlerinden biriydi. Onu bu kadınla evlendirerek, doğasını inkar ettirebileceğini sanmıştı. Fakat bu evliliğin başardığı tek şey sürekli mutsuz olan bir eş ve Gareth’ın gerçek eğilimleri üzerine yapılan daha çok saray dedikodusu olmuştu.
“Bugün kız kardeşinin düğünü yapılacak. En azından bir kereliğine de olsa karı, kocaymışız gibi davranabilirsin” diyerek, Gareth’ı
azarladı. Kadın onun koluna girdi ve
beraberce ikisine ayrılan, etrafı kızıldan bir iple ayrılmış bölüme doğru ilerlemeye başladılar. İki muhafız onları içeriye aldı ve diğer asilzadelerin
yanına yerleştiler. Öten bir trompetin sesi, kalabalığı sessizleştirdi. Ardından duyulan
klavsenin hoş sesiyle beraber etrafa çiçekler fırlatılmaya başlandı. Kraliyet mensuplarından oluşan tören alayı, sandalyelerin arasından ilerlemeye başladı. Helena’nın koluna girmiş olan
Gareth da bu insanların arasındaydı. Sanki herkes ona bakıyormuş gibi hisseden Gareth, bu düşünceden epey rahatsız olmaya başlamıştı ve karısını sevdiğini nasıl gösterebileceğine dair
tek bir fikri bile yoktu. Üzerine çevrili olan yüzlerce gözün onu yargılıyor olduğu fikrinden kurtulamıyordu. Sanki bu sunak neden daha yakın bir yerde değildi ki? Bir anca önce kız kardeşinin yanına ulaşıp, bu iş bitsin istiyordu.
Tabii babasının verdiği karardan henüz
aklından çıkmamıştı; acaba buradakilerin gelişmelerden haberi var mıdır, diye düşündü. Helena’nın kulağına eğilerek,
“Bugün birtakım kötü haberler aldım.” diye fısıldadı. Nihayet yolun sonuna eriştiler ve bakışlardan kurtuldu. Helena sinirlenerek, “Bilmediği mi sanıyorsun?” dedi. Şaşıran Gareth
kadına döndü. Kadın bu bakışa tiksinen bir ifadeyle karşılık verdi. “Kendi casuslarım var.”
dedi. Gareth gözlerini kısarak kadına baktı; nasıl bu kadar soğukkanlı olabilirdi ki?
“Eğer ben kral olamazsam, sen de asla kraliçe olamazsın.” dedi.
Kadın, “Asla öyle beklentim olmamıştı.” diye cevaplayarak, Gareth’ı iyice şaşırttı. “Seni varisi olarak seçmeyeceğini biliyordum.” diye devam etti kadın.
“Zaten niye seçsin ki? Sen bir lider değilsin. Aşk adamısın. Ama benim aşığım değil.”
Gareth kıpkırmızı oldu. “Ne de sen benim aşığımsın.” diye kadını yanıtladı.
Utanma sırası Helena’daydı. Gareth, ona, sevgilisi olan tek kişinin kendisi olmadığını hatırlatmak istemişti. Dedikoduları duymuş, bunun üstüne
kadının peşine taktığı casuslar, Helena’nın yaşadıklarını bir bir ona anlatmışlardı. Kadın ona rahat verip, ilişkilerini gizli tuttuğu sürece, bu
öğrendiklerini kendine saklayacaktı. “Sanki başka bir şansım varmış gibi.” dedi kadın. “Hayatımın sonuna kadar kimseyle beraber olmayacağımı mı sanıyordun?”
“Evlenmeden önce kim olduğumu zaten biliyordu.” dedi Gareth. “Ancak buna rağmen evlendin. Senin seçimin güçten yanaydı, aşktan değil. O yüzden şaşırmışın gibi davranmayı kes.”
“Evliliğimiz önceden hazırlanmıştı”. diye yanıt verdi Helena. “Benim hiçbir söz hakkıma yoktu.”
“Yine de karşı çıkabilirdin.”
Tartışma gene bir çıkmaza girmişti. Zaten Gareth’ın daha fazla tartışacak hali de yoktu. Helena işe yarar bir kuklaydı. Kadın, kendisini fazla rahatsız etmediği sürece ona katlanabilirdi. Babasının koluna girmiş kız kardeşi belirince, Gareth da herkes gibi o tarafa doğru döndü. Müthiş bir kinle izlediği babası, bir de utanmadan üzülüyormuş gibi yapıyor ve gözünden akan bir damla yaşı siliyordu. Ah şu canavar herif! Son
ana kadar oyunculuğu elden bırakmıyor, diye düşündü Gareth. Ona göre bu aptal, her şeyi eline yüzüne bulaştırmak üzereydi. Kızını McCloud
sülalesine gelin olarak vermenin, onu
kurtlara atmaktan hiçbir farkı olmadığını
bilen babasının, birazcık dahi olsa pişmanlık duyup duymadığını merak etti. Olan bitenden gayet memnun görünen kız kardeşi Luanda için de benzer bir nefret hissediyordu. Kendinden daha aşağı insanlarla evlenmeyi pek de kafasına  takıyormuş gibi görünmüyordu. Ne de olsa onunda peşinde olduğu tek şey, güçtü. Soğukkanlı ve önceden hesaplanan planlar silsilesi. Bu yönünün kendisine ne kadar çok benzediğini düşündü. Gerçi araları hiçbir zaman iyi olmamıştı, fakat kızı anlayabiliyordu. Sabırsızca ayağa kalkan Gareth, artık
düğünün bir an önce bitmesini istiyordu.

Tüm seremoniyi acı çekerek izledi. Argon’un kutsamalarını, yaptığı büyüleri ve gerçekleştirdiği ayinleri izlerken sıkıntıdan patlamak üzereydi. Tüm bu şaklabanlıklar midesini bulandırmıştı.
Alt tarafı iki ailenin politik çıkarları için
düzenlenen bir düğündü bu. Neden bunu
kabul edip, ona göre hareket etmiyorlardı ki? Çok şükür ki en sonunda bitmişti. Gelin ve damat öpüşünce, ayağa fırlayan kalabalık alkışlamaya başladı. Büyük borazanın ötmesinin ardından, düğünün mükemmel düzeni, yerini kaos bıraktı.
Sandalyelerinden kalkan herkes, kabul alanına doğru ilerlemeye başladı. Gareth bile bu görüntü karşısında etkilenmişti; babası hiçbir masraftan
kaçınmamıştı. Kabul alanı, pişen domuzlar, kuzular ve her türden diğer yiyecek ve içeceklerle doluydu. Arkalarında ise günün asıl önemli
olayı hazırlanıyordu; oyunlar. Taş ve mızrak fırlatma, okçuluk ve hepsinin ortasında at üstünde mızrak dövüşü için ayrılan alanda, hazırlıklar tam hız sürüyordu. İnsanlar çoktan etrafta toplanmaya başlamıştı. Taraflar kendi şövalyelerinin bulunduğu kısımlara ilerliyorlardı.
MacGil’lerden içeriye giren ilk kişi tabii ki ağabeyi Kendrick idi. Üzerinde zırhı, atının üzerinde ilerleyen şövalyenin peşinden bir düzine Gümüş
geliyordu. Ancak beyaz atının üzerindeki Erec, diğerlerinden ayrı şekilde alana girdiği zaman tüm stadyuma hayranlık dolu bir sessizlik çöktü. İnsanların ilgisini bir mıknatıs gibi üzerine
çekiyordu; Gareth, ileriye doğru eğilerek
adama bakan Helena’nın suratındaki şehvet ifadesini görebiliyordu.
Stadyumdaki tüm kadınlar benzer bir
durumdaydı. Helena, “Yaşı ilerlemiş olmasına
rağmen halen evli değil. Krallıktaki tüm
kadınlar onunla evlenmeye dünden razı.
Niye henüz hiçbirimizi seçmedi?” dedi.
“Sana ne ki?” dedi Gareth. İstemeden de olsa kıskanmıştı. O da üstüne zırhını giyip, atının üzerinde babasın adına mızrak savurmak isterdi.
Ancak savaşçılık içinde yoktu. Herkes de bunun farkındaydı. Helena elinin tersiyle bir hareket
yaparak onu görmezden geldi. Alaycı bir
sesle, “Sen bir erkek değilsin ki.” dedi.
“Bu işlerden anlamazsın.” Gareth utanmıştı. Ona ağzının payını vermek istiyordu ama bulundukları yer böyle bir iş için müsait değildi. Onun yerine şölenleri izlemek için kadınla� beraber tribünlere yerleşti. Bugün gittikçe kötüye doğru ilerliyordu ve Gareth’ı çoktan kasvet basmıştı. Yiğitlik gösterileri, yapmacık hareketler ve gereksiz debdebelerle dolu olan bugün,
henüz yeni başlıyordu. Erkeklerin birbirini yaralayıp, öldüreceği bugünün tamamen dışında bırakılmıştı. Böylesi günler, onun nefret ettiği her şeyi temsilederdi.

Kara kara düşünmeye başlamıştı. İçten içe tüm bu gösterilerin birden topyekûn bir savaşa dönüşmesini diledi. Etraf bir kan gölüne dönse, tüm bu saray herkesin başına yıkılsa ne de güzel
olurdu. Sıra kendi şovunu yapacağı güne de
gelecekti. Kral olduğu zaman.

YÜZÜK KRALLIĞI - Ejderhaların Kaderi (ARA VERİLDİ) Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin