Çayın demlenmesini beklerken benim yardımımı ısrarla almadan sofrayı kurdu. Elinde cam bir kâseyi havaya kaldırarak, "Şeker kullanıyor musun?" diye sorduğunda Bora'nın beş tane fotoğrafını çekmiş, telefonu çantamın içine atmıştım.
"Bir tane..." Şekerliği açıp kendi bardağına da benimkine de birer adet şeker atmasını izlerken gülümsememe engel olamadım.
"Gel bakalım," dedi sonunda. Hevesle yerimden kalkıp hazırladığı masaya doğru yürürken yüzündeki mahcup ifade kalbimi eritti.
Üzerinde zeytinyağı gezdirip kekik serpilmiş domateslerden, ufak, kayık bir tabağa çubuk şeklinde doğradığı salatalıklara, düzgünce dilimlenmiş peynirlerden, yanına kaymak koyduğu petek bala, küçük, el işi bir kâseye koyduğu zeytinlerden, hasır bir sepetin içine doldurduğu kızarmış ekmeklere kadar sofra şahane görünüyordu. Bora, özenmişti. Sarp'ın elinden böyle bir sofranın çıktığını hayal dahi edemezdim.
"Kaymak? Ciddi misin? O çabuk bozulan bir şey değil mi?"
"Evet, neden?"
"Sık kahvaltı eden birine benzemiyorsun," dedim gülerek. Onu ne yazık ki sürekli içerken gördüğüm için ve yemek yediğine bile şahit olmadığım için kahvaltı yaptığını hiç ama hiç düşünmemiştim.
"Aslına bakarsan en sevdiğim öğündür ve kaymağı çocukluğumdan beri çok severim. İki arka sokakta bir şarküteri var. Oradan az az alıyorum."
"Her şey harika görünüyor."
Alt dudağını dişleyerek kafasını öne doğru eğerken önündeki ufak bir saç tutamı alnına döküldü. Uzanıp, yüzünü saçının esaretinden kurtarmak istedim ama kendimi tuttum. Hala çıplak dolaşıyordu ve ben vücudumun tepkilerini kontrol etmekte gittikçe zorlanıyordum. Aslında, üzerine en azından bir tişört geçirmesini söylesem hiç fena olmazdı ama bu sefer de bu görsel şölen elimden alınmış olurdu. Kendine acı çektirmeyi seven küçük bir ruh hastasıydım.
"Otur, haydi," dedi, kendisi sandalyelerden birine geçerken.
İlk birkaç dakika sessizlik içinde kahvaltımızı yaparken, gözlerimiz ara sıra birbiriyle buluşuyor ve kendimizi tuhaf bir şekilde sırıtırken buluyorduk.
Kızarttığı ekmeğe tepeleme sürdüğü kaymağın üzerine, azıcık bal döküp iştahla yerken kıkırtımı bastıramadım.
"Demiştim," dedi yarı dolu ağzı yüzünden boğuk çıkan sesiyle.
"Şimdi daha iyi anladım," dedim gülerek.
"Sen ne seversin kahvaltıda?"
"Sucuk," dedim düşünmeden. "Ama Ege pek etçil bir bölge değilmiş. Nereye kahvaltıya gidersek gidelim bir tane sucuk yapana rastlamadım."
Başka bir lokmayı daha çiğnerken kafasını salladı. "Evet, burada sucuklu, salamlı kahvaltı kolay kolay bulamazsın. Halikarnas'a gelmeden bir çay bahçesi var. Orası getirir mesela. Sahibi Adanalı. Gideriz bir gün."
Bu bir plandı. Günü, saati belli olmayan ama kulağa kesinlikle bir plan gibi gelen, gelecekten bahseden bir cümleydi. Kanım damarlarımda fokurdadı. Bir sonraki günümüzün olacağını bilmek bile heyecandan sarsılmama neden oluyordu.
"Olur," diyebildim sadece.
Sessizlik içerisinde sürüp biten kahvaltımızdan sonra sofrayı toplamak için ayaklandığımızda bu sefer yardım etmeme izin verdi. O bulaşıkları yerleştirirken ben de arta kalan kahvaltılıkları streçe sarıp buzdolabına yerleştirdim. Mutfaktaki işimiz bittiğinde birer bardak çay daha alıp üçlü kanepeye yeniden kurulduk.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Sen Aydınlatırsın Geceyi (TAMAMLANDI)
General FictionGüneş yükseldi. Küçük şehrin ışıkları söndü. Şarap bitti. Son sigarasından son bir nefes doldurdu ciğerlerini. Ayağa kalktı sanki hiç içmemiş gibi. Günlerdir uykusuz değilmiş gibi. En çok da canı yanmıyormuş, kendini bıraksa iki büklüm yere yığıl...