Şubatın soğuk havası yerini ilkbahara bırakmadan önce New York'ta dondurucu soğuklar yaşanmıyordu. Hava serindi fakat Norveç'in soğuğuyla başa çıkan iki genç için bu serinlik solda sıfır kalırdı.
Buraya geldiklerinden beri sadece üç gün geçmişti ve kendilerine özel olan o yeri bulmuşlardı. New York'un sessiz sakin ormanlarından birinde yıllar önce terk edilmiş eski bir kulübe bulmuşlardı. İçerisinde eşyaları bile bulunan kulübenin sahibi hakkında tahminler yürütüp eşyalardan çıkarımlar yaparken bir şekilde temizlemişler ve kendilerine göre düzenlemişlerdi. Geçen iki günden sonra da Silas bela gibi çektiği yasal olmayan yollardan bir araba edinmişti ve şehir merkezine gidip gelmeleri daha kolay olmuştu.
Kısacası, ıssız ormanda terk edilmiş tozlu bir kulübede yaşayan iki Norveçli genç, bir şeyler peşindeydi.
Nils'e göre ailesinden uzak olmak rahatlatıcıydı. Yirmi iki yaşında bir genç adam olsa bile üzerinde hâlâ söz sahibi olan yaşlı profesör babasının baskısından kurtulmak iyi gelmişti. Eh, buna bir de on yedi yaşındaki ergen kız kardeşinin saçma sapan davranışları da eklendiğinde Nils boğulacak gibi oluyor ve yıllardır bu yüzden hayatını Silas ile beraber geçiriyordu. Annesinin pek bir kötülüğü yoktu, evdeki iki erkeği ve bir genç kızı idare etmeye çalışıyordu. Nils bunların ardından, üniversitede arkeoloji bölümünün son sınıf öğrencisi olmanın avantajlarından yararlanıp ailesine Silas ile beraber küçük bir proje ve bir tatil için İtalya'ya gideceğini söyleyerek adımını New York'a atmıştı.
Öte yandan, mimarlık fakültesi mezunu ve genç bir mimar olan Silas ise gazeteci annesinden çok azar işitiyordu. Melissa Johansen hâlâ aşık olduğu Jayce Montgomery'yi unutamasa da Norveç'e taşındığında evlenmişti ve New York'ta terör estiren genç adamın artık ortada olmamasının verdiği hüzünle yaşıyordu. Oğluna ne zama baksa davranışlarıyla, duruşuyla ve tüm benliğiyle onu hatırlıyordu. Bu yüzdendir ki onu bu konularda hem kısıtlamaya hem de serbest bırakmaya çalışıyor olsa da Silas'ın gitgide babasına benzemesine yol açıyordu.
Sigarasının dumanını evleri gibi benimsedikleri ufak kulübenin havasına karıştırırken Norveç'teki annesinin ne kadar endişelendiğini bile bilmeyen Silas, elindeki tabletten New York gündemini araştırıyordu. Parmakları arasında kayıp giden ince mavi ekranın ışığı gözünü alıyordu çünkü bulundukları odanın ışığını da yakmadıkları için ormanın karanlığı tüm kulübeyi sarmıştı. Tek ışık kaynakları iki gencin elindeki iki teknolojik cihazdı; Nils de telefonunda oyun oynuyordu bir köşede yayılmış bir vaziyette iken.
İkisinin de birbirlerinden haberleri yoktu çünkü kendilerini kaptırmışlardı. Nils arada sırada bir şeyler fırlatıp Silas'ın dikkatini çekmeye çalışsa ve yanına gidip tablete baksa da çökertmeye çalıştıkları örgütlerle ve çetelerle ilgilenmediği için umursamamış, Silas da dikkatini bir an bile ona vermemişti. İncelediği şeyler, Nils'in salak hareketlerinden daha önemliydi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Puslu Yolların Şeytanları
Mystery / Thrillerİki genç adamın yürüdükleri puslu yolların altına gizlenen şeytanlar var. Bu şeytanlar, onların duygularını ve zihinlerini alt etmek için uzun zamandır bekliyor. *** Silas Lawrence'ın ve Nils Larsen'in hayatları, babalarına ait olan geçmişlerin peşi...