s i x t e e n

3K 254 14
                                    

"oh, my blood. what have you done? what have you done?"

|

"oh, benim kanım. ne yaptın? ne yaptın?"

-

Hareketleri keskin ve umursamazdı, dudakları yumuşak olsa da benimkilere karşı o kadar sertti ki başımı döndürüyordu. İlk başta burnuna çarpıp ikimizi de acıyla inletsem de ve ben tempoyu yakalayana kadar dişlerimiz birbirlerine çarpsa da, hayatımda hiç bu kadar heyecan verici bir şey yaşamamıştım.

Çenemin ve boynumun birleştiği yerde duran parmakları soğuktu ama tenim o kadar sıcaktı ki bu üstümde rahatlatıcı bir etki yaratmıştı. Ellerimin ne zaman saçlarına ulaştığını bilmiyordum bile, hissettiğim tek şey vücudundan yayılan serinlikti. Neler olduğunu algılamakta zorluk çekiyordum, gerçekten yaşıyor olduğuma bile emin değildim. Annabelle beni öpüyordu. Hayır, öpüşüyorduk. Öfkeliydi, bunu dokunuşundan ve dudaklarının gerginliğinden anlayabiliyordum ama bir yandan beni öpüyordu da, ve bunu istediğini biliyordum. Hiçbir zaman sinirli bir öpüşmenin bu kadar ateşli olacağını tahmin etmezdim, özellikle Annabelle ile. Beynime oksijen gitmeyişinden dolayı böyle düşünüyor olabilirdim, ama Annabelle'in garip dominantlığı beni çoktan etkisi altına almıştı ve nefes alamadığım için öleceğimi bilsem bile dudaklarından ayrılmak istemiyordum.

Tabii ki, bu konu tıpkı diğer her şey gibi benim kararıma bağlı kalmadı ve Annabelle dudaklarımızı ayırarak geri çekildi, ama aramızdaki mesafe hâlâ oldukça kısaydı. Sonunda nefes alabildiğimde bunun ne kadar güzel bir his olduğunu fark edip iç çektim, nefes almak güzeldi. Ama bu açıdan, olduğum yerden bakıldığında Annabelle daha güzeldi. Parmaklarımla acımasızca birbirine karıştırdığım dağınık siyah saçları, anlam veremediğim bir tutkuyla parıldayan yeşil gözleri ve manyak öpüşmemizden dolayı dağılmış rujuyla o kadar güzel görünüyordu ki tekrardan onu kendime çekip dudaklarımı dudaklarına bastırışıma engel olamadım.

Bu seferki öpüşme, ilkine göre daha farklı, daha bilinçliydi ve dilini ağzımın içine kaydırdığında tüylerim diken diken oldu, tüm sinir uçlarıma elektrik dalgaları yolluyordu sanki. Nefes almak için geri çekildim ama uzaklaşmadım, içimdeki bir şey buna izin vermiyordu.

Annabelle derin nefeslerinin arasından bir cümle mırıldandı. "Bu seni affettiğim anlamına gelmiyor."

"Bu kadar çabuk affetmeni beklemezdim zaten." dedim, beynim kelimeleri toparlarken zorlanıyordu, uyuşturulmuş gibi hissediyordum. "Geri dönmeyeceğini düşündüm. Burada ölebilirdim."

"Benimle öpüştükten sonra aptallığının biraz da olsa geçeceğini umuyordum." dedi sırıtırken. "Anlaşılan yanılmışım."

"Mutlaka pislik yapmak zorundasın, değil mi?" diye homurdandım geriye doğru bir adım atıp alaycı bir şekilde omzuna vururken. Yüzünü buruşturarak omzunu tuttu ama numara yaptığını biliyordum, bu onu daha çok yumruklamak istememe sebep oldu.

Bir süreliğine ikimiz de susup birbirimize baktık ve bence bunun asıl sebebi, ikimizin de ne diyeceğini bilmiyor oluşuydu. Şu durumda ne söylenebilirdi ki? Ona karşı ne hissettiğimi bilmiyordum, ne hissetmem gerektiğini bilmiyordum, her şey çok hızlı gelişmişti ve zaten iki tane olan beyin hücrelerimden birinin daha öldüğünü hissedebiliyordum.

"Sence..." diye başladım ve cümlenin bir şekilde devam etmesini bekledim, şu anda pek düşündüğüm söylenemezdi. "Sence deneyebilir miyiz?"

"Neyi? Birbirimizi affetmeyi mi?" dedi ama neden bahsettiğimi bildiğini biliyordum ve her şeyi böyle alaya alması sebebiyle denememeyi tercih ederdim.

"Ne var biliyor musun? Boşver. Olan her şeyi unutabiliriz, ruh eşim olduğunu unut, tamam mı? Başka birini bulabilirsin, herkes ruh eşiyle birlikte olmuyor sonuçta-"

"Hey, hey, hey." dedi Annabelle ellerini kaldırıp beni durdururken. "Neden bahsediyorsun, Willow? Üç yılın sonunda ruh eşimi buldum ve bunu olmamış saymamı bekliyorsun, öyle mi? Eh, güzel bir haber, seni hiçbir zaman dinlemedim zaten."

"Bu kadar sinir bozucu olmak zorunda mısın? Tanrı aşkına!"

Ellerini indirip umursamazca omuz silkti. "Kişiliğim böyle, hayatım, ve ruh eşim olduğuna göre evrendeki bir şeyler senin buna katlanabileceğini düşünmüş."

"Yanlış düşünmüşler o zaman." dedim ellerimi göğsümde birleştirip ayağımı yere bir çocuk gibi vururken. "Sana katlanamıyorum."

"Yalan söyleyenler cehenneme gider." dedi şarkı söylercesine.

"İnan bana, cehenneme gitmeme sebep olacak tek şey yalanlarım değil."

"Evet, neden ruh eşi olduğumuzu şimdi anlayabiliyorum." dedi başını sallayıp kendi kendine söylediği şeyi onaylarken. Ben kafam karışmış bir halde ona bakarken piknik sepetinin olduğu masaya yürüdü ve sahte ahşabın üstüne otururken yüzünde bir gülümseme vardı. Sepeti açtı ve içindeki lolipoplardan ikisini çıkarıp çocuksu bir ifadeyle havaya kaldırdı. "İster misin?"

-

biraz kısa, biliyorum, ama bu bölümü sevdim yine de. bir yerlere ulaştığımızı hissediyorum, siz de hissediyor musunuz? neyse, hazır sizler de buradayken ufak bir haber vermek istiyorum.

bazı sebepler dolayısıyla şu anlık devam edemediğim ve bir süreliğine ara verdiğim hikayelerim; zen & storm, rose & thorn ve winter. ne zaman devam edeceğimi bilmiyorum, ama şimdilik yazamıyorum, umarım beni affedersiniz. sonra görüşürüz.

anyone else |gxgHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin