''Oysa ben bir akşamüstü oturup turuncu bir yangının eteklerinde yüreği avuçlarımda atan bir can yoldaşıyla dünyayı ve kendimi tüketmek isterdim. Öyle bir tüketmek ki: sonucu yepyeni bir ben'e ulaştırırdı beni, kederli dalgınlığımdan her döndüğümde...''
Bir de şunu eklemek istiyorum:
''Bugünlerden geriye bir yarına gidenler kalır, bir de yarınlar için dövüşenler.''
Minseok ve Jongdae'nin üniversiteye gittikleri zaman dünyaları, şimdi kedi çekiği gözleri gerginlikle kısılmış adamın aldığı yolun çevresi kadardı. Evlerinden okullarına giden yol, birbirlerini ilk kez gördükleri büyük dört yol üzerinden geçerdi, orayı her sabah el ele yürür, okulun farklı yerlerindeki fakülteler için ayrılır kendi yollarına yürürlerdi. Günün sonunda yine Jongdae'nin okulun kapısının önünde buluşur, aynı yolları arşınlar, aynı dört yoldan geçer ve sıklıkla eve dönüş yolunda ayak üzerindeki, tanıştıkları Nero'dan kahve ve üzümlü ya da zeytinli ekmek alırlardı. Eve döner ve kendi dünyaları içinde birleşir, ayrılır, vakti bu şekilde geçirirlerdi. Hayat onlar için bu iki ya da üç kilometreden fazla yer kaplamayan alanda döner dururdu.
Tanıştıkları kafeye giden yol üzerinde yürüyen Minseok elleri ceplerinde, bir yandan belindeki silahın düşmemesi ya da belli olmaması için yavaş adımlarla yürürken dünyanın eskiden kendisine ne kadar büyük ve gizemli geldiğini düşündü. Kendisi büyüdükçe içinde yaşadığı dünyada gözüne artık küçücük gelmeye başlamıştı. Özellikle bir kere başka bir ülkede vedalaştığı ya da vedalaşamadığı insanlarla zamanın başka bir bükümünde bambaşka bir şehirde karşılaşınca, dünyayı birkaç adımla aşıp bitirebileceğini fark etmişti. Hele Jackson ile yeniden beraber olunca, onu ölümün kıyısında sanarken bir anda gözünün önünde bulup, onunla beraber ölmemek için savaşıp, onu bu kez kesin olarak ölümün kucağına bırakınca, ''Bu kadar işte.'' demişti. Dünya bu kadarcıkmış.
Bu yüzden adını sanını bilmediği fakat muhtemelen kendi hakkında birçok bilgiyi bilen, ödevini de iyi çalışmış bu gizemli adamın yanına giderken korku kanında dolaşmıyordu. Ölüm kendisini kucaklayana dek, hep kaçacak bir delik, bir yuva bulacaktı çünkü belli ki, sonunda kimsenin kaçamayacağı bir kucaktan korkmanın da ne anlamı vardı.
Yalnız içinde küçük birkaç kurt vardı onu kemiren, birincisi Jongdae onu yeni bulmuşken kaybederse diye, onun üzüntüsüne kıyamıyordu. Bir de, bu kadar savaştıktan sonra kaybetmek istemiyordu. Anlatamadan kaybetmek istemiyordu. Yeryüzünü, yeniden kendisi ve sevdikleri için güvenli bir yer olduğunu görmeden bırakmak istemiyordu.Yılların tentesini ve ahşap kapısını eskitip yıprattığı kafeden içeri girerken kafasında bu gizemli adamla yapacağı konuşmanın taslağındansa bunlar vardı işte. Gecenin bir körü olduğundan yalnızca iki masası dolu olan kafeden içeri baktı. İki siyah takım elbiseli adam bir masada kitap okuyorlardı, onların önünde ise gri takım elbisesi, takımının grisinden biraz saçlarına da bulaşmış gibi görünen, yakışıklı bir adam masayı izlerken bir yandan da mağrur bir duruşla, kahvesini yudumluyordu. Mekanın müşterisi gibi değil de sahibi gibi duran adamın gözleri, açılan kapı ile direkt olarak kendisine dönünce, yaptığı bıyık altı tehdit için bir de teşekkür bekleyen beyefendinin bu adam olduğuna kani oldu.
Gri takım elbiseli adam o içeri girince, Minseok'un beklemediği bir kibarlıkla ayağa kalkıp yarım eğilerek kendinden küçük olduğunu aslında bildiği adamı selamladı. Yüzünde ilk bakışta dostane görünen bir gülümseme vardı, yalnız Minseok bu temkinli gülümsemelere asla bir bakma ile güvenilmeyeceğini biliyordu.
-Ben Kim Junmyeon, dedi gri takım elbiseli adam. Ayağa kalkınca Minseok onun boyunun kendi boyu ile eş olduğunu gördü. Karşılık olarak eğilmeye lüzum görmeden adamın karşısındaki sandalyeyi çekip otururken ''Benim adımı biliyor olmalısınız.'' dedi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Arayıp Bulmak Neyi Değiştirir?
FanfictionArayıp bulmak neyi değiştirir? Karşımda duruyor suretin, gülü bitirir.