Yaklaşık bir saatlik yolculuğun ardından tren istasyona varmıştı. Cam kenarından dışarıyı çok büyük bir odakla izliyordum. Organik kimya dersine vermeye çalıştığım konsantrenin belki de on milyon katıydı. Bunun için gerçekten çok heyecanlıydım. Yani, New York için. Burasının hayallerimin arasına bu denli işlediğini bile bilmiyordum. Benim için bir heyecan haline gelebilecek kadar bir süre sonra önemli bir yer haline gelebileceğini de. Sadece... bunu Calum olmadan adım atmaya cesaret edemezdim.
Ve gördüğüm manzara karşısında ona minnettardım.
Elbette New York'u onun yaratmadığının farkındaydım. Trenle bir saat uzaklıktaki bir yere gitmeyi bunca zamandır akıl etmemiş ya da akıl etse bile hiçbir zaman gelmeyecek deli cesaretine sahip olmayan birisi için buna önayak olmak çok değerliydi. Üstelik hayatımın belki de en berbat dönemlerinden birini yaşıyordum. Hayatımı kendim için yaşamadığımı fark etmek, annemin hepimize yaptığını öğrendiğim günden çok daha kötü ve sert bir etki bırakmıştı üstümde.
Bunca zamandır bu hayatın bana verilmiş olduğunu zannediyordum. Derslerimin tamamına kendim için çalıştığımı ve akademik anlamda önemsediğim diğer pek çok şeyin hepsi benim için önemliymiş gibi onlara dört elle sarılmıştım.
Hayat bunun için fazla kısa.
Cassie ve Michael, bizden önceki trenle geldikleri için istasyonda bekliyorlardı. En yakın arkadaşımı mutlu görmek bir an için içimi ısıtmaya yetmişti. Cassie her zaman hayatına değer verirdi. Onu iliklerine kadar yaşardı ve New York kaçamağının günler öncesinden planlanmış bir şey olmadığından da emindim. En azından Cassie için öyleydi. Ve o benim aksime, son dakika eğlencelerini dolu dolu geçirirdi.
Bunu yapmayı nasıl başardığı hakkında en ufak bir fikrim bile yoktu. Ama onun bu özelliğine hayrandım, kalan pek çok özelliğine de hayran olduğum gibi. Dışarıdan herkesin hayatı kusursuz gibi görünür ancak gerçekte her zaman kusursuzluğun kalın perdelerinin altından gözükmeyen çatlaklar vardır. Cassie'de de bu çatlaklar vardı. Fakat en yakın arkadaşım onlarla nasıl baş edebileceğini bilirdi ve bilmiyor olsa bile, keşfedene kadar bırakmazdı.
O güçlüydü. Kabul ediyorum, hemen pes edecek kadar yenilgiden hoşlanmazdı. Ve bunu ailesi için yapmadığından da emindim. Cassie ile çok sık konuşurduk ve onun da her on yedi yaşındaki gençte olduğu gibi bazı hayalleri vardı. Cassie'yi ayakta tutan hayalleriydi.
Trenden inip bindiğimiz taksideki on üç dakikalık yolculuğumuz boyunca bunun hakkında düşünüp durdum. Hayaller. Benim için yasaklı bölge falan değildi ama gerçekleştiremezsem canımın yanacağını söyleyen babamın tatlı dilli uyarısından beri zihnimin o köşesine zincirli bir kilit vurmuştum. Nasıl olduğunu da bilmiyorum ama on yedi yaşıma kadar hislerimi kaybetmeden yaşamayı başarmıştım.
Belki de sorunum buydu. Benim gibi gizli kısıtlandırmalara sahip olan insanların tüm sorunu buydu, hayal etmiyorduk. Hayatın gerçekleri yüzünden bunun güzelliğinden ve gücünden mahrum bırakılıyorduk.
Hayat, hayal kurmak için fazla kısa olabilir ama gerçeklerin ağırlığı altında ezilmek için de çok kısa.
Calum haklıydı. Bir daha New York'a ne zaman geleceğim belli değildi ama şu anda buradaydım. Aldığım bütün nefeslerim New York'un kalabalık, ihtişamlı atmosferine harmanlanıyordu ve bu benim zihnimin kilitli bölgesinde sessizce, kendi kendine büyümüş hayellerimden birisiydi. Akşam olduğunda ve eve geri dönmek zorunda kaldığımızda New York'a keşke demek istemiyordum.
Elbette zamanımız kısıtlıydı. Farkındaydım. Tüm New York'u bir günün -teknik olarak bir gün bile değil- içine sığdıramazdık. Ancak istasyona yakın belirli bir bölgede dolaşabilirdik ve bu kadarı bile benim için yeterliydi. Bugünün anahtarı olabilirdi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
You Belong With Me || hood
Fanfiction"İkisi de konuşmuyordu. Ama ilk andan beri aralarında sözcükleri gereksiz kılan çok iyi bir iletişim kurulmuştu."