"Gelmeyi kabul ettiğin için sana çok teşekkür ederim, Jane. Beni çok mutlu ettin."
Andrew Hemmings'in yumuşak huylu söylemleri karşısında boğazımda giderek büyüyen ve benim yutmamı zorlaştıran o lokmayla başa çıkmayı denedim. Ne söylemem gerektiğini bile bilmiyordum. Niyetimin ne annemi ne de onu mutlu etmek olmadığı gün gibi ortada olmasına rağmen, suratsızlığıma minnet duyduğunu söyleyecek kadar kibar davranmaya çalışıyordu.
Ona cevap vermek yerine başımı salladım ilk önce. Lokmamı yutamayacağımı anladığımda, bu dört kişilik masanın etrafında bir şölen varmış gibi servis yapan insanları görmezden gelmeye çalışırken bulanan midemin yan etkilerini unutmak için su bardağıma uzandım. Annemin gözlerinin temkinle üstümde dolaştığını hissedebiliyordum. Her an bir saygısızlık yapmamdan korkuyormuş gibi bir hali vardı. Komik.
Suyumu ağır ağır yudumladım. Masa epey büyüktü. Hemmingsler'in çok kalabalık bir aile olduklarını anlamıştım, çocuklar ve torunlar derecesinde bir kalabalıktan bahsediyordum. Çünkü evin duvarlarında ve salonun etrafını kaplayan vitrinlerle birlikte gösterişli kitaplıklarda yalnızca Luke ve abilerinin fotoğrafları yoktu. Onların eşleriyle birlikte çocuklarının da fotoğrafları vardı.
Torun sahibi olmak için Andrew'un fazla genç olduğunu düşünsem de, sanırım şu anda kafamı kurcalayabilecek en son şey adamın torunlarıydı.
Masaya gidip gelen tabaklar, yenilenen içkiler ve bitmeden değiştirilen su bardaklarının masadaki tıkırtılarına eşlik eden çatal, bıçak sesleri dışında sessizlik çoğunluğumuza hakimdi. Yemek sırasındayken annemle göz göze geldiğim kadar Luke'la da göz göze geldiğimizi itiraf etmem gerekirdi. Tuhaf bir şekilde ona bakmak, Andrew'a bakmak kadar beni rahatsız etmiyordu. Sanırım aynı durumu paylaştığımızı bildiğimdendi.
Sonuçta bu akşam yemeği benim için tamamen işkenceden ibaretti ve Luke için de böyle olabilme ihtimali vardı, kabullenme ihtimalinin olduğu kadar. Onları bizim yanımızda sinema salonundayken ilk kez gördüğümde, Luke'un orada sadece bedenen bulunduğu gerçeğine odaklanmıştım. Aklımda olan tek şey Luke Hemmings de buradaydı, olmuştu. Ama onun yüz ifadesini okumaya hiç çalışmamıştım bile.
Eğer ailelerimiz bu saçmalığı sürdürmeye devam edeceklerse, yüz ifadesini okuyabileceğim daha çok zamanım olacaktı muhtemelen.
Su bardağımın içindeki sıvının tamamını bitirdiğimin farkında bile değildim. Annem bana ikaz eden, sade bir tebessümle bakıyordu. Bunu görmezden gelmeye çalışıp bardağı masaya geri bıraktım. Tabağımın kenarına iliştirdiğim çatal ve bıçağıma yeniden uzanırken gözlerim, bu evde Luke'un annesine dair bir kanıt arıyordu. Onun fotoğraflarını hiç görmemiştim. Yokmuş gibi davranılan biriydi sanırım.
Belki de Andrew'un kendisini aldattığını öğrendiğinde ondan hemen boşanmıştı ve ne kadar eşyası varsa hepsini toplayıp bu evden gitmişti. Prag'dan döndüğünde babamın yapacağı ilk şey, diye geçirdim içimden. Göğsüme bir ağrı saplandığında çatalımın ucunu patates püresinin üstünde ağır hareketlerle dolaştırıyordum.
Annem, sorun çıkarmayacağım sanrısına bir kez daha kapılmıştı sanırım. Çünkü Andrew'la birbirlerine bakıp bu sessizliğin içinde gülümsediklerini gördüm. Parmaklarımı boğazıma itip kusmamak için kendimi zor tutuyordum. İğrençti. Buna gerçekten saygı duymamı bekliyor olmamalarını umuyordum. Duruşum öyleydi ama geldiğimden beri ağzımı pek açmadığımı göz önünde bulundurursak, bundan tamamen rahatsız olduğumu anlayamazlardı. Malum, kelimelere dökülmediği müddetçe ne Andrew ne de annem, bunun beni ne kadar rahatsız ettiğini anlayamayacak kadar aptal bir mutluluk dünyasında yaşıyorlardı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
You Belong With Me || hood
Fiksi Penggemar"İkisi de konuşmuyordu. Ama ilk andan beri aralarında sözcükleri gereksiz kılan çok iyi bir iletişim kurulmuştu."