İlk defa pazartesi gününün gelmesini istemedim.
Hafta sonu bitmesini istemeyeceğim kadar güzel geçmişti. Canımı sıkan şeylerle güne başlamış olmama rağmen cumartesi gününü de Calum'la birlikte geçirip, onunla kalmıştım. Birlikte kahvaltı yapmıştık ki bu kahvaltı, uzun zamandır ihtiyacım olan türdendi. İkimiz de okula gidiyor olmamıza rağmen annemle her sabah minik de olsa karşılıklı bir şeyler atıştırır, birer fincan kahve içip evden öyle çıkardık. Fakat son birkaç aydır yaşadıklarımız, düzenimizdeki çoğu zincirin kopmasına neden olmuştu. Onu ne sabah kahvaltılarında ne de akşam yemeklerinde görebiliyordum artık. Vaktinin çoğunu dışarıda geçiriyor, evde beni yapayalnız bırakıyordu.
Bu beni cezalandırma şekli miydi? Andrew'u istemediğimi, ondan nefret ettiğimi ve ilişkilerini asla kabul etmeyip; her zaman babamın yanında duracağımı belli ettiğim için bana işkence mi çektiriyordu?
Tamam. Gerçek amacının ne olduğunu bilmiyordum. Eskiden annemin gözlerindeki duygu kırıntılarını görebilir, aklından geçenleri okuyabilirdim ama o artık tanıdığım Arlene Willow değildi. Bambaşka bir kadındı. Benim kesinlikle olmak istemediğim birine dönüşmüştü ve bu yeterince ruhumda ucu bucağı belli olmayan gedikler açmıyormuş gibi, beni bir de yalnızlığıyla öldürüyordu.
Calum'la birlikte vakit geçirdiğim hafta sonu boyunca kendimi ne yalnız ne de kırgın hissettim. İkimiz de birbirimizle ilgilendik. İki kişiyle UNO oynamayı denedik, Netflix'in iğrenç romantik komedi filmlerinden birkaç tane seyredip dalga geçtik, bana yemek yapmaya çalıştı ama bunu beceremeyeceği en başından belli olduğu için sonumuz telefon başında hamburger sipariş etmekle noktalanmıştı. Ödevlerimizi yaptık ve en sonunda da uyuduk.
Calum'la birlikteyken kendimi huzurlu ve dingin hissediyordum. Bu görmezden gelemeyeceğim bir gerçekti. Fakat onunla uyumak, aynı yatağı paylaşmak, sırtımın nefes alıp verdikçe dinginlikle hareket eden göğsüne yaslı olması ve kolunun karnımın üzerinde oluşu bambaşkaydı. Hiç tatmadığım bir huzurdu bu. Uykuya dalmadan önce kafamın içinde tilki gibi dönüp duran milyonlarca soruya karşılık bulabildiğim tek cevap, onunla birlikte olduğum müddetçe her şeye göğüs gerebileceğimdi.
Bunun kendi başıma ayakta duramayacakmışım gibi algılanmasını istemiyordum. Belki de durabilirdim. Ama o hayatımdayken ve beni böyle sarıp sarmalamışken her şey çok daha kolaydı, hepsi bu.
Bitmesini istemediğim bu iki gün, su gibi akıp geçti. Pazartesi günü geldiğinde Luke, ben ve Calum bu 'durumu' konuşacaktık. Gerçekten pazartesi sabahına kadar böyle bir şey olacağını unutmuştum. Umurumda bile değildi. Ama yeni bir haftaya başladığımızın farkına varır varmaz stres yine üstüme çöküvermişti.
Ve şimdi Luke, ben ve Calum bahçedeki piknik masalarından birinde oturuyorduk.
Calum'la yan yana oturuyordum. Luke karşıda, tek başına oturuyordu. O bizden çok daha rahattı. Sanki o bizden bunu değil, biz ondan bunu istemişiz ve ona çok ihtiyacımız varmış gibi davranıyordu. Calum, Luke'un hayatında olup biten hiçbir şeyden haberi olmadığı için ona çok kızgındı ve Michael de böyle düşünüyordu. Ben ve Cassie'nin yalnız kaldığımızda konuştuğumuz gibi, Luke, Calum ve Michael konuşmamışlardı. Luke'un hiç kimseye bir şey anlatmaması onları öfkelendirmişti.
Ne diyebilirdim ki? Ona bir yandan hak veriyordum ama öteki yandan da Calum ve Michael'a hak veriyordum. Arkadaşlarının yanında olmak istemişlerdi, Luke ise sadece yalnız kalmak istemişti.
Konuşmada aslında Michael ve Cassie de yanımızda olsalardı bu kadar stresli hissetmezdim ama üçümüzün olması daha iyi olabilirdi. Zaten 'durum' yeterince karmaşık ve saçmaydı. Son çaremizin bu olduğuna inanamıyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
You Belong With Me || hood
Fanfiction"İkisi de konuşmuyordu. Ama ilk andan beri aralarında sözcükleri gereksiz kılan çok iyi bir iletişim kurulmuştu."