24. bölüm

983 455 157
                                    

LÜKS VİLLA

Hanımefendinin evi…

Artık hiçbir şey onun için normal değildi. O, hayatının anlamını, nefesim dediği kişiyi kaybetmişti. Elindeki içkiyi çaresizce yudumlarken içinde hayal kırıklığı, öfke varken dilinde keşke vardı. Üzgündü, çok ama çok üzgündü. Hayatını çaldığı kadının da onun hayatını elinden alacağını elbette bilemezdi. Gözlerinde umudun kırıntısı bile yokken çaresizliğinden hâlâ bir umut dileniyordu. Saatler önce sevdiği kadın gözlerinin önünde küle dönmüştü ve ölümünden kendini sorumlu tutuyordu. Erganili yüreğindeki bu vicdan azabının ve aşk acısının dayanılmaz acısına katlanmakta aciz kalıyordu. Saatlerdir uyumamıştı. Belki unuturum diye içiyordu, ama unutmak mümkün değildi. Aşk unutulur muydu? Kadehinden son yudumu çaresizce içerken ağlamaya başladı. O bile yabancı kalmıştı gözlerindeki ıslaklığa. En son çocukken annesinin ardından hüngür hüngür ağlamıştı. Onu annesinden sonra ağlatan tek kadındı Hicran.

Erganili çaresizce ağlarken vicdanı onu rahat bırakmıyordu. Bir kadın daha onun yüzünden can vermişti. Hicran onun gözünde benciliği yüzünden can veren yeni bir kurbandı. Erganili diz çökmüş vicdanıyla hesaplaşırken onun böyle bir insan olmasını sağlayan herkese öfke doluydu. En başta annesine sonra babasına ve hayatındaki herkese öfkeliydi. Ağlarken kendisine bile itiraf edemediği bir şeyi fısıldadı. “Günahlarımın bedelini ödüyorum!” dedi. Zilzurna sarhoştu. Buraya nasıl geldiğini bile hatırlamıyordu. Göz ucuyla etrafına bakındı. Annesinin olduğu villaya gelmişti. Hicran’la uyuduğu yatağa baktı. Hâlâ Hicran’ın izleri vardı. Ona ait saç tokası, kokusu... Hicran’ı unutmaya ne yeterdi? Yeni biri mi? Yeni bir hayat mı? Ya da yeni bir uğraş... Hayır, hiçbir şey yetmezdi, çünkü insan gerçekten sevdiği birini kaybedince unutması asla mümkün değildi. Sesini unutabilirdi, kokusunu da, belki yüzünü bile ama anılar… Anılar mıh gibi kazınırdı kalbine, en derinine…

Tam unuttum diye salınırken terk edilmiş bir sokağın kaldırımlarında açık kalmış bir pencereden duyulan şarkının nakaratı hatırlatırdı onu. Masum bir çocuğun eline verdiğin şekeri alırken ki mutluluğu hatırlatırdı sana onun gülüşünü. Sabah uyandığında etrafı aydınlatan güneş hatırlatırdı sana onun yüzünü. Gece hele, o geceler işte… O geceler asla ama asla izin vermezdi unutmana. O da bunun farkındaydı. Amansız bir aşka düşmüş olmanın verdiği acı Erganiliyi kahrediyordu. Bir anda yaşlanmış gibiydi. Bu acı ona zor geliyordu. Üstesinden gelmesi imkânsız gibiydi. Kendi kendine, “Geç kaldığım bir sevdanın yasını bile tutmaya hakkın yok!” diyordu. 

O, hayalindeki kızı, saf ve temiz kalpli meleğini kaybetmişti. O, nefesim dediği kişiyi kendi hatası yüzünden kaybetmişti. Saatlerce ağladı. Gün ağrımaya başlamıştı. Odadan içeriye sızan ilk gün ışığı gözlerini kamaştırdı. Sanki o an Erganili değildi de sıradan, âşık ve çaresiz olan herhangi biriydi. Amaçsızca diz çöktüğü yerden kalkıp Hicran’ın okuduğu şiir kitaplarına baktı. O anları hatırladı. Hafifçe tebessüm etti ve içlerinden birini alıp öptü, çünkü en son Hicran bu kitaplara dokunmuştu. Hâlâ Hicran’ın izleri vardı o sayfalarda. Birkaç şiir okudu önce, sonra eline bir kalem aldı ve Hicran için yazmaya başladı. Yazdığı her satırda Hicran vardı. Özlem vardı. Hasret vardı. Sanki Hicran’ı sayfalara dökmek onu mutlu ediyor, sanki onu ölümsüzleştiriyordu. Son satırını yazarken kâğıda gözyaşı damladı. Yazdığı şiirin üzerine tek bir gözyaşı düşmüştü. Garip bir şekilde bakarken, “Hey gidi deli Erganili, bu sen misin ha? Sebebi olduğun kadın, sebebin oldu. Ne oldu? Hani hiç bir kadın gönlünün kilidini kıramazdı? Hani bütün kadınlar senin için aynıydı? Söyle Erganili, nerede? Sevdiğin kadının ölümüne sebep olan Erganili, hani sevdiğin nerede?” diye çaresizce söyleniyordu.
Gözyaşlarının üzerine düştüğü kâğıdı da kalemi de bıraktı. Hicran’ın en son dokunduğu, Dilan Paycu’nun ‘Eza/Canevi’mde Sen Saklısın’ şiir kitabını tekrar eline aldı. Gözünün düştüğü satırları okudu.

“Ah Hicran ah!
Dağlar eridi ahuzarımla, rüzgâra bıraktım savrulsun bütün hayallerim. Yağmurlar yağsın üzerime, silinsin bütün sevmelerim. Kentin en kuytu karanlık köşelerine bıraktı beni. Parçalansın bütün geçmiş zaman dilimi. Uzun gam yolları düştü önüme şimdi.
Ah Hicran ah!
İçime attığım, uğrunda can attığım, canı canandan ettiğim o yar bana yangın! Sildim bütün sevdaya dair umutlarımı, kırdım kalemi, ateşe verdim bütün aşk şiirlerini! Kozalakların boş kabukları gibiyim şimdi.
Ah Hicran ah!

Hiçbir teselli muhabbet fayda etmiyor artık. Ne yürek yangınım sönüyor, ne acılarım diniyor. Kimseyi senin yerine koyamıyorum. Yakıştıramıyorum başkasına senin gibi sevilmeyi. Rabbim öyle güzel yaratmış ki ceylan gözlüm, seni sevmelere doyamıyorum. Firari uykularımın sebebi sensin. Evet, kaçak hayallerimdeki kadın sensin.”

Annesi bir şairdi. Onlarca basılmış şiir kitabı vardı, fakat hiçbirinden kimsenin haberi yoktu. Erganili, kitaplar basılır basılmaz hepsini satın alıyordu ve bir daha basılmaması için elinden gelen her şeyi yapıyordu, çünkü yazılan şiirler ona ve babasınaydı. Bu yüzden kimsenin okumasına izin vermiyordu. Şimdiye kadar sadece Hicran okuyabilmişti. Erganili ilk defa onun için yazdıklarını yakmadı. Bundan önce hep annesine yazar ve yakardı. Kâğıtların bile duygularını bilmesine bile tahammülü yoktu. Bugün yakmadı çünkü kâğıtlar, tüm sayfalar haykırsın istiyordu. O, Hicran’ı çok seviyordu. Gözyaşları yüzünü ıslatmıştı. Bu yüzden biraz da olsa kendine gelebilmişti. Ayağa kalkıp aynada nasıl göründüğüne baktı. Berbattı. Aşk da tam anlamıyla böyle bir şeydi. Sanki diri diri yakılıyordu. Aldığı nefes boğazında düğümlendi. Bir anda kendini odadan dışarıya attı. Ona Hicran’ı hatırlatan tek bir şey vardı. O da annesiydi. Muhtemelen annesi onu hatırlamayacaktı bile, ama bunu umursamadı. Hızlı adımlarla annesinin odasına doğru yürüdü. Kapıyı açmaya bir an cesaret edemese de eli kendiliğinden kapıya gitti. Annesi yatağında öylece uzanmıştı. Erganiliye bakmadı. Hatta içeriye girdiğini bile fark etmemişti. Erganili sessizce annesine doğru yürüdü. Hâlâ bir tepki yoktu. Oysa çoktan “defol!” diye bağırması gerekiyordu. Erganili annesini sessizce izledi önce, sonra ona doğru yaklaştı. Dokunmaya cesareti yoktu. Annesine sarılmayı nasıl da istiyordu. O an gözleri doldu. Ansızın içi acıdı. “Annem” demeyi, “Annem, Hicran öldü!” demeyi istiyordu. Yapamadı. Öylece bakakaldı. Ta ki annesinin ona bakarak hafifçe tebessüm ettiğini görene kadar… Sanki yıllar sonra ilk defa tanımıştı annesi onu. Bu küçük tebessüm bile yetmişti ona. Annesine yaklaşıp diz çöktü. Elini elinin üzerine koyarak sıkıca tuttu. Ardından bir buse dokundurdu annesinin eline. Başını annesinin ellerinin üzerine koyarak çocuk gibi dakikalarca ağlamaya başladı. Bir an başının üzerinde bir sıcaklık hissetti. Yavaşça doğrulup başını kaldırdı. Annesi diğer eliyle oğlunun saçlarını okşuyordu. Bu durum Erganilinin daha da canını acıttı. Hafifçe yana doğru eğilip annesinin elini öptü ve ardından sesi titreyerek, “Annem, Hicran öldü!” sözleri döküldü. Hanımefendinin gözleri doldu. Oğlunu tanımıştı. Bu bir mucizeydi belki, ama tanımıştı. Zor duyulabilecek bir ses tonuyla, “Ölmedi,” dedi.

***

FEDA-İ "DELİKANLI KIZ"  | Kitap OlduHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin