Bölüm 3

403 94 87
                                    

~ Dans et dünya başımıza yıkılırken...

Herkes dağılmaya başladığında, ben de titreyen bacaklarım ile birkaç adım uzaklaşmıştım. Ne hissetmem gerekiyordu şu an? Korku mu? Endişe mi? Delirmek üzere olduğumu mu? Hayır... ben rahatlamıştım.

Emindim artık... ben delirmemiştim. Kafayı yememiştim. Çünkü ben ne gördüğümü biliyordum. Şimdi ne yapmam gerektiğini bilmiyordum ama sanırım kendimi işime vermek en doğrusu olacaktı bu durumda. Çünkü kafamdaki düşünceleri uzaklaştırmanın ve oyalanmanın tek yoluydu belki de çalışmak. Bir şeyleri unutmak için topluma karışmak her zaman yaptığım şeydi. İlk defa aşık olduğumda ve ilk defa kalbim kırıldığında da ilk yaptığım şey topluma karışmaktı. Sinemaya gitmek, avmlere girmek, güzel ve minik kafelere oturup bir şeyler içmek... İnsanları gözlemlemek ve kendime düşünmek için zaman vermek... Bu güne kadar yaşadığım tüm sorunları bu şekilde aşmıştım. O yüzden gidip biraz hafif yaralı olan insanlarla ilgilenmeliydim. Hem o insanlar için, hem de kendim için.

Birkaç insana ağrı kesici enjekte edip, pansuman yaptıktan sonra mesaimin bitmesine az kaldığını fark etmiştim. Zaman su gibi akmıştı yine ve... hayır ya... ayla... aylayı unuttum. Ya gerizekalı gece, mal gece, aptal, salak, nasıl unutursun sen aylayı. Onu bıraktığım yerde bulamayacağımın farkında olmama rağmen yine de bir umut gidip onu bıraktığım yeri kontrol etmiştim. Yoktu... Aferin Gece. Gerçekten tebrik ederim seni  Tam o telaşla etrafıma bakınırken, Ayla'yı görmüştüm.

''Beni niye yalnız bıraktın?," diye sormuştu, kocaman siyah gözlerini gözlerime dikip. Ayla'da bir yandan ürkütücu ama aynı zamanda aşırı şirin olan bir şey vardı... Ne olduğunu bilmiyordum ama tuhaf bir çocuk olduğu kesindi. Gece kendine gel, o ölmüş olan küçük bir çocuk zaten... ürkütücü olması doğal. Kafamın içindeki sesleri susturup ne gibi bir bahane uydurmam gerektiğini düşünmem gerekiyordu.

''Güzelim, çok özür dilerim. İşlerimi halletmek zorundaydım. Gel bak seni nereye götüreceğim." Elbette Aylayla konuşurken etrafımda kimsenin beni görmemesine dikkat ediyordum aynı zamanda. Ne de olsa ölü ruhları görebilen tek kişi bendim. Beni deli ve manyak sanmalarını istemezdim... ama kendim bile deli olduğumu düşünmeden edemiyordum gerçekten.

"Takip et beni," diyip hastanenin çatısına doğru yolu tutmuştum. Oradaydı... hala, aynı bana sözünü verdiği gibi. Öylece çatının baş ucunda oturup izliyordu dışarıyı, kararmak üzere olan havayı... Ayla'yı ve beni fark etmesi için boğazımı temizlemiştim. Anında bakışını bize çevirmişti. ''Merhaba, şey... sana bahsettiğim çocuğu getirdim. Bu Ayla... Ayla bu da...'' sözümü kesip;

''Rüzgar. Merhaba küçük hanım. Umarım benden korkmuyorsundur. Gel, otur yanıma," Demişti. Sanki o an farklı birine dönmüştü... naif birine... sanki gözleri gülüyordu... ama farklı bir gülüş, adeta ölüm gibi... ölümdü. Rüzgarın bana neyi anımsattığını o sayede anlamış oldum. Rüzgar ölümün bedene bürünmüş haliydi sanki... Soğuk bakışları, solgun yüzü, söylediği kelimelerinin bedenime enjekte ettiği hissizlik...

Ayla Rüzgarın düşündüğünün aksine korkmuyordu. Bir kelime dahi etmeden Rüzgarın yanına oturmuştu usulca. Kaza sonucuyla yırtılmış olan pembe, çiçek desenli elbisesini minik elleriyle düzeltmeye çalıştığını fark etmiştim... Garip... hiç tahmin ettiğim gibi değildi ölü olmak... Benim farklı inançlarım vardı oysaki.
Benim inancıma göre ruhlar biçimsizdi.
Görünüşleri yoktu... ruhların sadece anıları ve duyguları vardı diye düşünürdüm her zaman. Meğersem öyle değilmiş. Yıllarca içinde yaşadığımız beden öyle bir yapışmış ki ruhumuza, ölsekte kurtulamıyoruz. Bedenimiz dünyada çürüyor, yok oluyor, ama ruhumuz bedenimizi hala yansıtıyor... anlamsız.
Aniden Ayla'nın ağzından hiç beklemediğim bir cümle çıkıvermişti.

ÖLÜMÜN NEFESİ Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin