Bölüm 25

57 15 3
                                    

~Ben, asla ölmeyecektim... Ve o, çoktan ölmüştü... Biz bu kadardık. Yaşam ile ölüm...

Gözlerimi tekrar açmamın ardından ne kadar zaman geçmişti bilmiyordum. Zaman kavramımı yitirmiş gibi hissediyordum yalnızca kendimi. Tarifi olmayan bir histi bu.
Rüzgar ise yanımda oturuyordu. Ne olduğunu, bayıldığım andan itibaren gördüğüm o korkunç ötesi şeyleri ona anlatmamıştım. Sadece hatırlayamadığım bir kabus gördüğümü söyleyip, konuyu artık kapatmasını ummuştum... Sanırım bana inanmıyordu... yalan söyleme konusundaki becerilerim hakkında tartışmaya bile gerek yoktu ne de olsa.

O an sadece oturuyorduk... aramızda her zamanki korkunç sessizlik oluşmuştu.
Ama Rüzgar elbette bu sessizliğe dayanamayıp konuşmaya başlamıştı.

"Bana doğruyu söylemiyorsun."
"Söylesem ne fark eder ki," demiştim adeta mırıldanırcasına.
"Birçok şey... neden her şeyi gizliyorsun? Bir sorunun var, belli. Neden gördüğün şeyi bana anlatmıyorsun Gece?"
Bir süre gözlerimin içine bakmıştı. İlk defa öfkeli görünüyordu... Beni anlayamıyordu. Kim anlardı ki? Haklıydı. Her şeyi saklamaya çalışıyordum. Sena'dan, Rüzgar'dan... ve sonra sorguluyordum, neden hiç kimsenin beni önemsemediğini. Ve sonra, delicesine ona benzememe rağmen, anneme kızıyordum... Benden bir şeyler sakladığı için. Ama herkes böyle değil miydi? Bir ben olamazdım. Yalan söyleyen, sevdiği insanları belirli amaçlardan dolayı olsa da, kandıran bir ben olamazdım! Rüzgar da kandırdı beni. O da kandırdı! Gitmek istiyordu buradan. Kurtulmak, sonsuzluğa karışmaktan korksa da, içindeki, gözlerinin derinliklerindeki harareti görebiliyordum. Sonsuzluktan korksa da, gitmek, ve ona, sonsuzluğuna kavuşmak istiyordu. Çünkü herkes isterdi... Tüm duygularını yitirmiş, hiçlikte süzülen biri haline gelmeyi kim tercih ederdi ki? Rüzgar elbette kurtulmak isterdi ama bunu bana söylemiyordu. Çünkü beni düşünüyordu! Bana olan sevgisini, beni üzmemeyi... çünkü biliyordu gitmesini istemeyeceğimi. Bunu çok iyi biliyordu, ve sırf bu yüzden bana yalan söylemişti! Ve şimdi ben, yine onun iyiliği için yalan söylerken ona, bana öfkeleniyordu. Ona gördüklerimi anlatsam, neyi değiştirebilirdi ki? Gördüklerim yalnızca bir cezaydı ve beni korkutmak içindi... Tabiatın bana verdiği bir cezaydı...

"Sen söylemiyor musun?"
"Efendim?," demişti, anlamamazlıktan gelmeye çalıştığını belli ederek.
"Yalan, söylemiyor musun?"
Gözlerini, diktiği gözlerimden ayırmıştı usulca.
Oturduğumuz koltuğa odaklanmıştı ardından. Sanki, söylediklerimi görmezden gelmişti.
"Söylemiyor musun?," diye tekrar etmiştim.
Biraz ürkekçe gözlerini yine gözlerimle buluşturmuştu.
"Söyledim." Kafasını bir aşağı bir yukarı sallamıştı ufak hareketlerle.
"Söyledim... ama neden yaptığımı biliyorsun."
"Ama anlamıyorum..."
"Ama biliyorsun!," diye üstelemişti.
"Söyle bana o zaman... Söyle gerçek isteğini Rüzgar. Bilmek istiyorum."
Bir süre suskunlaşmıştı. O sustukça, tek bir kelime dahi etmeden, psikolojik olarak bir insanı en rahatsız eden şeyi yapmış, gözlerinin içine tek bir saniye bile gözümü kırpmadan bakmıştım. Gözünü kaçırması ve konuşmaya başlaması uzun sürmemişti.

"Aslında kurtulmak istiyorum. Tamam... evet, bunu gerçekten istiyorum... Ama yapamam... yani bunu sana bir hafta önce söyleseydim, bunu yapmak için, beni kurtarmak için elinden gelen her şeyi yapardın, biliyorum. Kurtulmak istiyorum, çünkü artık çok sıkıldım her şeyden. Beceriksizliğimden, bu dünyadaki insanlardan... kendimden! Çok sıkıldım Gece! Anlamsız hissetmekten. Bana anlamlı hissettiren şeyin, yine mi yine kendim değil de, bir başkası, yani senin olmandan sıkıldım! Kendi ruhumu tamir edemediğim için, hayatımı yaşayamadığım için, ölümü seçtiğim ve hep ama hep yalan söylediğim için çok bıktım! Öfkeliyim... içimi dolduran tek duygu bu. Şu an, tek hissettiğim şey, devasa, hararetli bir öfke... büyük, çok büyük... Bana sahip olmaya çalışan bu duygu, beni ele geçirdi bak sonunda! Görüyor musun? 9 yaşındaki Rüzgarın öfkesini, 12 yaşındaki Rüzgarın çaresizliğini, ve en önemlisi 21 yaşındaki Rüzgarın hayal kırıklığı var içimde... hepsi bir yerde, toplaşmış, alay ediyorlar benimle... şimdiki halimle alay ediyorlar Gece... ve hiç susmuyorlar! Hiç... O yüzden gitmek istiyorum ama yapamam... yapamam çünkü ben..."

Gözlerini kapatmıştı... Dudaklarını birbirine bastırmıştı... Sanki, az sonra söyleceği şeyi söylemekten çekiniyor, ve dudaklarını birbirine bastırarak, kelimelerin dudaklarından dökülmesine engel olmaya çalışıyordu.

"Ben sana aşık oldum. Ve yine... yine tek... tek ama tek anlamlı olan şey sensin. Ben sana çok aşık oldum ve senden nasıl giderim bilmiyorum... Ben... ben içimdeki diğer üç Rüzgarın benimle alay etmesinden nasıl kurtulurum bilmiyorum. Bahçeden, yani kendi evinden koparılmış olan, ve sonra, su dolu bir vazoya konmak yerine, bir kitabın arasında kurutulmuş olan bir çiçeği andırıyorum... Baksana şu halime. Dokunsan, tüm yapraklarım dökülecek gibi. Renkli renkli olan yapraklarım, kuruya kuruya siyaha dönmüş gibi... Yok Gece... Ben gidemem ki. Beni yeşerten tek varlığı arkamda bırakıp, gidemem."

Gözleri camı andırıyordu... yüzünde sahte, acı dolu bir tebessüm ile, bana bakıyordu. Gözleri, hiç aynı zamanda bu kadar fazla şey ifade etmemişlerdi daha önce... Ah, Rüzgar ah... diye düşünmüştüm... Ah, Rüzgar'ım benim... Seni nasıl kurtarırım, nasıl iyileştiririm o ruhunu, nasıl kurtarırım seni geçmişinden bilmiyorum. O düğümü nasıl çözerim, bilmiyorum ki...

Tek bir kelime daha etmeden, kendimden hiç beklemediğim, ve sanırım Rüzgarın da benden hiç beklemediği bir şey yapmıştım. Ölümü öpmüştüm... Ölümün dudaklarına, güzel bir öpücük kondurmuştum. Yalnızca kondurmakla kalmamış, ölüm ile öpüşmüştüm. Tam geri çekilecekken, Rüzgar beni kendine daha sıkı bir şekilde bağlamış, ve aynı şekilde, yaşamı öpmüştü...
Öpüşüyorduk sadece... ne tuhaftı. Hiç gerçeklikten yoksun değildim... Dudaklarını hissedebiliyordum... Ölümün dudakları ne güzeldi... Bu belirli bir süre böyle devam etmişti.

Bir süre sonra, dudaklarımız birbirine hala yakın bir haldeyken, ama birbirine değmiyorken, kendi nefesimin yankılanıp, yine bana çarptığını fark etmiştim...
"Ben de sana aşığım Rüzgar... hani demiştim ya bir gün... 'Doğru melodiyle dans etmek neydi, unutmuş gibiyim', diye... Ben doğru melodiyi hiç dinlememişim... Kulaklarım hiç kabul etmemiş onu... Ancak şimdi anlıyorum, ve şimdi duyuyorum. Tüm duyularım keskinleşti bir an da, çünkü... doğru melodi sensin Rüzgar! Ve ben onunla dans etmek değil, acılarımızı üzerimizden alacak, ve temizleyecek olan o yağmurda yürümek istiyorum. Benimle o yağmurda yürümeye ne dersin?"

Fısıldayarak söylediğim tüm bu cümleleri ve kelimeleri acı bir tebessüm ile dinlemişti...
usulca ayağa kalmıştık. Bir ritim halinde, adım adım, dışarıya çıkmıştık. Gökyüzünden yeryüzüne düşen o ufacık yağmur damlacıkları her bir tarafımıza, kıyafetlerimize, saçımıza, ağaçlara ve tüm İstanbul'a yağıyordu. İlk defa, insanlar ne der, biri deli olduğumu düşünür mü diye düşünmeden, Rüzgar'ın elini tutmuştum. Çünkü o an, biz çok uzaklardaydık...

Bir adım, sakin bir şarkının kafamda çalan ezgisi... Bir adım, yağmur damlacıklarının çıkardığı rahatlatıcı ses... Bir adım, bir adım daha ve... onun gözleri.

İlk önce ölümün acılarını sardım ve ona hislerini geri kazandırdım... sonra kendime aşık ettim... çok değil, az önce onu öptüm.
Ona sahip olmadım... o da aynı şekilde bana sahip olmadı asla. Çünkü biz, Ölüm ile yaşam... Gece ile Rüzgar... biz, hep zıttık. Ama birbirimizi tamamlıyorduk bir şekilde. O, bana geçmişimdeki sevgisizliği unutturan, bazı şeyleri anlamamı sağlayan kişiydi. O, ilk gördüğüm ölüydü... çatıya çıktığımda, arkası dönük, gökyüzünü izleyen hissiz adamdı o. Ben ise, ona hislerini geri kazandıran, geçmişiyle yüzleşmesini sağlayan ve onu yaşatmayı beceremeyen kadındım... Biz buyduk. Bizim aşkımız, bizim sevgimiz her ne kadar boşunaymış gibi görünse de, biz sonsuzluktuk. Ben, asla ölmeyecektim... Ve o, çoktan ölmüştü... Biz bu kadardık. Yaşam ile ölüm...

ÖLÜMÜN NEFESİ Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin