~Asıl yalnızlık, karanlığın içindeki ışığın kaynağını bulamamakmış. Asıl yalnızlık, hiçliğin içinde olmakmış. Çünkü insan yalnızca hissedince, görünce, duyunca ve dokununca insanmış...
Gözlerimi açtığımda, hiçbir şey görmediğimi fark etmiştim. Karanlığın içindeydim sanki... sahi, neredeydim ben? Burası gözlerimi kapattığım yer miydi? Rüzgar neredeydi?
Görmeye çalışıyordum ama göremiyordum. Hiç ışık yoktu. Sadece parmak uçlarımı görmeye yetecek kadar ışık vardı. Ancak ışığın kaynağına ulaşamıyordum. Üzerinde yattığım zemin sertti... Ve ne kadar ayağa kalmak için çabalarsam çabalayayım, kalkamıyordum. Ellerim, kollarım, bedenimin tümü o kadar güçsüzdü ki... içimdeki güçsüz, kırılgan kız çocuğu gibi... Aklıma nereden gelmişti bilmiyordum ama, tıpkı Ayla gibi...
Bir süre o derin karanlığa gömülü kalıp susmuştum. Hareketsizce, düşüncelerimin beni tümüyle ele geçirmesini sağlayıncaya dek, yatmıştım. O yerde, o soğuk ve taşı andıran sertlikte olan zeminde...
Sonra ışık çoğalmıştı. Bulunduğum yeri görebilecek seviyeye gelince, bedenim de çözülmüştü sanki... Farkında olmadan -zeminin buz gibi oluşundan kaynaklandığına olabildiğince emindim- titriyordum. Ayağa kalkmak için nihayet güç bulan bacaklarım dengede duramıyorlardı. Zar zor ayağa kalkmıştım. Etrafımda hiçbir şey yoktu.
Gerçekten hiçbir şey! Ne bir yatak, ne bir masa, ne gökyüzü... hiçbir şey yoktu! O lanet olasıca yerde, beni karanlığın en derinlerine iten ve güçsüzleştiren o lanet olasıca yerde hiçbir şey yoktu! Sadece o zemin... beni üşüten o soğuk, lanet olasıca bomboş zemin. Bulunduğum hiçlikte bir duvar bile yoktu... sonsuzluğa uzanan bir odadaydım sanki... bir yerlerde mutlaka sonu olmalı diye yürümeye başlamıştım. Sonu yoktu. Yürümüştüm, yürümüştüm, ne kadar zaman geçtiğini bilmeden ve bunu hiç önemsemeden yürümüştüm. Hiçbir şey yoktu! Ve her adımımda, sanki dönüp dolaşıp aynı yere varıyormuşum gibi bir hissiyat oluşmuştu içimde. Her adımım bir öncekine benziyordu, her vardığım nokta, bir öncekine benziyordu. Önümde karanlık, arkamda, sağımda, solumda, üstümde karanlık vardı... ışık nereden geliyordu, bilmiyordum. Neredeydim, bilmiyordum. Ama tek bildiğim bir şey varsa, o da o an delicesine korktuğumdu. Öyle çok korkuyordum ki... Bu hiçlikten, bu sonsuzluğa uzanan karanlıktan çok korkuyordum. Kendi gölgemi gördükçe biri yanımdaymış gibi hissediyordum ama hiç kimse yoktu. Yapayalnızdım...Asıl şimdi anlıyordum yalnızlığın ne demek olduğunu. Önceden hiç bilmiyormuşum... sırf bir annem ve bir babam olmadığı için, yalnız olduğumu düşünmüştüm. Sevdiğim adam öldü diye, yalnız olduğumu düşünmüştüm. Ama aslında yalnızlık çok farklı bir şeymiş...
Asıl yalnızlık, karanlığın içindeki ışığın kaynağını bulamamakmış. Asıl yalnızlık, hiçliğin içinde olmakmış. Çünkü insan yalnızca hissedince, görünce, duyunca ve dokununca insanmış...Çok uzun, çok uzun bir zaman geçmişti. Ya da ben öyle zannetmiştim. Ama pes etmeden yürümeye devam etmiştim... dizlerim titrek ve yorgun, ruhum acı içinde kıvranırken, yürümeye devam etmiştim.
Belirsizlik... sadece belirsizlik hissediyordum.Ta ki ışık yine azalıncaya kadar.
Ben de duraksamıştım. Bu defa belli belirsiz bir ışık daha görünmüştü... yukarıdan geliyordu!
Yukarıya baktığımda, gördüğüm şey, Rüzgar'ın tavanındaki sahte, parıldayan yıldızlardan başka bir şey değildi. Ama etrafıma baktığımda, o odada olmadığımı görebiliyordum. Burası hiçlik diyarıydı... bomboş ve korkunç."Merhaba Gece." Bu... bunlar beş farklı insanın sesiydi. Birden fazla kişinin sesi...
Sesin geldiği yöne doğru döndüğümde, bedenimi tümüyle sarsan, beni gözyaşlarıma boğan o görüntü ile karşılaşmıştım... Tanrı aşkına, bu çok korkunçtu. Çok... çok dehşet verici...
Gördüğüm şey, bugüne dek gördüğüm tüm ölülerdi.
Medusa, Ayla, Andromeda, Mustafa bey ve... Rüzgar...
Ancak yalnızca bu değildi beni ürküten.
Hepsi farklı görünüyorlardı... çok, onları tanıdığımdan çok daha farklı... yaraları iyileşmemişti. Ruhları düzelmemişti...Onlar öldükleri haliyle tam karşımda duruyorlardı.
Rüzgar'ın bileklerinden kan akıyordu... hiç durmaksızın, hem de sonsuz bir kan gölü oluşturacak kadar fazla kan akıyordu.
Gözleri kıpkırmızı, dudakları mosmor, hissiz hissiz yüzüme bakıyordu...
Kafasını sağa doğru eğmişti ve yüzünde ürkütücü bir tebessüm vardı.Ayla'nın başında kanayan bir yarası vardı... yüzünde dehşet dolu bir ifade taşıyordu.
Hepsi farklı farklı ifadelerle bakıyorlardı yüzüme... kimisi korkuyla, kimisi ürkütücü bir tebessüm ile.
Yalnızca bir tanesi de öfkeyle...Medusa'nın yanmış ve kömürleşmiş bedeni beni en çok etkilemişti... yüzünde öylesine büyük bir dehşet vardı ki, onun dehşet dolu bakışı boğazıma bir düğüm gibi oturmuştu. Tüylerim diken diken olmuş, gözlerimden istemsizce bir kaç damla yaş akmıştı...
Konuşamıyordum. Ne diyebilirdim ki? Ben... o an sadece tekrar hiçlikte olmayı dilemiştim. Olağandışı bir hiçliği, onların yüzlerindeki korkunç ifadelere tercih ederdim.
Korktuğum için değil... çok, ama çok üzüldüğüm için. Kalbimi dağlayan, onu tümüyle saran bu hüzün bir saniye bile gitmemişti.Sonra Rüzgar bana doğru bir adım atmıştı, başını bir saniye bile düzeltmeden... eğri bir kafayla bana yaklaşmıştı.
Elini saçıma götürüp, saçımı kulağımın arkasına koymuştu.
"Bizi kurtarma Gece..."Dediğini anlayamamıştım... ne demekti bu?
Sanki anlamadığımı anlamış gibi, dediklerini tekrar etmişti.
"Bizi kurtarma Gece... yoksa bizim gibi mi olmak istiyorsun?"Gözlerini kocaman açmış, tebessümü kendini korkunç bir ifadeye dönüştürmüştü.
"Yoksa sen... hissiz mi olmak istiyorsun?"Kafamı hayır anlamında iki yana da sallamıştım... hayır, istemiyordum... ama bu neyin nesiydi?
Medusa bir adım yaklaşmıştı.
"Yoksa sen, yalnız mı kalmak istiyorsun?"
"Ne? Ben... hayır. İstemiyorum." Sesim istemsizce titremişti.
Ayla da, Andromeda da aynı anda bana doğru adım atıp, aynı anda aynı şeyi söylemiştiler. Tıpkı iç içe geçmiş iki farklı bedenden çıkan bir ses gibiydi sesleri..."Yoksa sen, çaresizliği mi istiyorsun? Bizim gibi mi olmak istiyorsun Gece?"
Son olarak Mustafa bey bana öfke dolu bir adım atıp: "Yoksa sen, ölmek mi istiyorsun?," demişti...
"Ama ben ölümsüzüm," diye sessizce yanıt vermiştim.
Bu söylediğimi tamamiyle görmezden gelerek konuşmaya art arda devam etmiştiler.
"Ölmek..."
"Hissizleşmek..."
"Yalnız ve çaresiz mi olmak istiyorsun?"Git gide bana yaklaşıyor, yüzlerindeki korkunç ifadeyi bir saniye bile bozmadan, bana hep aynı şeyleri söylüyordular... adım adım, sözcük sözcük, içimdeki ürpertiyi de gittikçe artıyordu bu sözcükler.
Hep ve tekrar tekrar aynı şeyleri söylüyordular... aynı sözcükleri. O soğuk, karanlık ve içimdeki kaygıyı her tekrarlayışlarında daha fazla arttıran o sözcükleri. Ölecek, hissizleşecek, yalnız ve çaresiz kalacaksın... öleceksin, bize benzeyecek, bizim gibi hissiz olacaksın!Ve yavaş yavaş her şey karanlığa bürünmüştü... sesler, görülen, hissedilen her türlü şey zamanla buğulanmış veyahut duyulmaz, hissedilemez olmuştu.
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~
Tekrar uyanmıştım. Bu defa karanlık bir odada, hiçlik diyarı olarak adlandırdığım o korkunç ötesi yerde değil de, gerçekten bilincimi kaybettiğim yerde, yani Rüzgar'ın tek odalı evciğinde uyanmıştım.
"Gece, iyi misin?"
Rüzgar'ı yine bu şekilde görmek beni o kadar mutlu etmişti ki... onu öyle dehşet dolu görmek, bileklerinden delicesine kan akarken görmek, beni çok etkilemiş olmalıydı. Bu sebepten dolayı istemsizce ama bir o kadar da içimden gelerek ona kocaman sarılmıştım. Neden böyle bir şeyin yaşandığını ise o an anlamıştım. Ayla'yı Andromeda'nın bedenine sokmamın cezasıydı bu... doğanın kanunlarıyla oynamanın cezası.
Ölüm ile oynamanın cezası...Rüzgar elbette ona neden sarıldığımı, neden durup dururken bilincimi kaybettiğimi anlayamamıştı. Ama ben biliyordum...
İçimdeki bitmeyen dehşetle, yüreğimde buruk bir hisle ve ruhumdaki sonsuzluğa uzanan karanlıkla, o sonsuzluk ve hiçlik diyarına hapis kaldığımı, ve içimde bir şeyin her daim orada kalacağını, oraya ait olacağını bir tek ben biliyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ÖLÜMÜN NEFESİ
Fantasy~ Suçlu ve suçsuz, masum ve mahkûm, ölüm ve yaşam... bu hikaye böyle başlamıştı... Peki ya nasıl bitecekti? Gece Alpınar adında genç bir kız, ölüleri görüp, onlarla konuşabildiğini fark eder. Çalıştığı acil servise bir intihar vakası geldiğinde...