Topladığım valizimi sürükleyerek odamın kapısına kadar geldim. Her gitme vakti geldiğinde ilk kez ayrılıyormuş gibi üzülüyordum. Oysa artık yirmi yaşına gelmiş koskoca bir kızdım.
Hep yaptığım gibi önce pencerenin kenarında her zaman düzenli duran çalışma masama baktım. Sonra diğer pencerenin önünde duran yatağıma bir göz kırptım ve ardından kitaplığımdaki fotoğrafa el sallayarak odamdan ayrıldım.
O fotoğrafta kim mi vardı? Ömer, Zehra ve ben.. Çocukluğumun en güzel yılları vardı orada. Zehra'yla hiç kopmamıştık ama yalan söylediğim o günden sonra Ömer'i bir daha hiç görmemiştim. En azından çocuk yüzünü unutmak istemiyordum. Yalan söylediğim için gittiklerini sanarak uzunca bir süre ağlamıştım. Gökyüzüne bağırıp cevap alamadığımdaysa başlamıştım kendini suçlamaya.
Aklım ermeye başladıkça vazgeçmiştim bunu yapmaktan ama yaşadığım olayın bana kattığı, iyi mi yoksa kötü mü olduğuna bir türlü karar veremediğim bir anlayışa sahip olmuştum; asla yalan söyleyemiyordum.
"Nerede kaldın Yıldız? Otobüs kaçacak hızlansana."
"Geldim işte Zehra, daha bir saat var."
"İyi ama daha annemlere uğrayacağız."
Zehra bir yandan söylenip bir yandan valizini çekiştirirken ona gülüyordum. Mini mini yapısıyla kendinden büyük valizi çekmeye çalışması son derece komik görünüyordu çünkü. Şimdi yardım edeyim desem bir ton laf işitirdim ondan. Vay efendim o kendi valizini kendisi taşıyamaz mıydı, minyon olduğu için onu böyle bir teklifle ezmeye utanmıyor muydum ve daha nicesi.
Zehra, bir elli beş boyuyla bile afet-i devran bir kızdı ama bu boy kompleksi yüzünden hiçbir erkekle bir ilişkiye adım atamıyordu. Zavallılar nasıl iltifat ederlerse etsinler, Zehra ne yapıp edip konuyu boyuna getiriyor, hatalı aramalarda kelimeleri düzeltmeye ant içmişçesine uyarı veren Google gibi 'bunu mu demek istedin' diyerek onları tersliyordu.
Nihayet annelerimizin yanına uğradıktan sonra onlardan ayrılıp otogara varmamız bizi epeyce yormuştu.
"İnan koptu ayaklarım Yıldız. Senin valizin nasıl bu kadar küçük olabiliyor Allah aşkına?" dedi Zehra sitemle.
"Ben senin gibi bir haftalık tatil için bir ay yetecek kıyafet taşımıyorum yanımda."
"Taşımıyorsun da ne oluyor? Pespaye bir şekilde geziniyorsun ortalıkta. Hoş, tüm dolabını yanında da taşısan böyle giyinirsin sen."
"Pes yani Zehra, benim tarzım bu, bir türlü kabullendiremedim sana."
"Yani bir tayt, üç beş salaş kapüşonluyla bir ömür geçiriyorsun ve buna tarz diyorsun ya, sana söyleyecek söz bulamıyorum Yıldız."
Valizlerimizi teslim ederken yaptığımız bu muhabbet, bir rutindi. Ne zaman memlekete dönsek mutlaka konusu açılırdı.
Zehra'yla birlikte aynı üniversitenin aynı bölümünü kazanmıştık. Hacettepe Üniversitesi, Diş Hekimliği. Ankara'da bir ev tutup yerleşir yerleşmez ilk kavgamızı yine bunun üzerine etmiştik. Dolabımı yenilemekte ısrarcı olan Zehra, inadımı bir türlü aşamayıp pes etmişti.
"Şu dolap işini.."
"Yine başlama Zehra. Ben böyle mutluyum."
"Aman iyi, bari gidip sana daha güzel taytlar, eşofmanlar, bol kot pantolonlar alalım. Değişmese de yenilensin şu dolabın artık."
"Makûl bir teklif." dedim ve tek bir kelimeyle yine o güne gitmiştim istemeden. Bu durum Zehra'nın gözünden kaçmamıştı tabi.
"Yıldız, delireceksin artık şu veledi düşünmekten. On dört yıl geçmiş aradan. Ne annelerimiz hatırlıyor ne de komşular.. Adını bile hatırlamıyorlar sen de vazgeç artık lütfen. Kendine eziyet ediyorsun."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Asrın Yıldızı
Romance"Bilseydin de bir şey değişmeyecekti!" dediğimde ikimiz de sustuk. Yüzüme yaklaştığında nefesimi tuttum. Kokusunu içime çekersem çok daha fazlasını isteyecekti arsız kalbim, biliyordum. "Senden.." dedim ve sustum yeniden. Amacım ondan nefret ettiğim...