twenty four

612 67 7
                                    


beklemiyordum. karşımda görmeyi beklediğim kişi kesinlikle Joy değildi. Lisa'ya mesaj attığımda, Jongin'in babasına haber vermelerini ve onun bir şeyler ayarlamasını beklemiştim ama şimdi Joy, arkasına aldığı on küsür silahlı adamla öylece karşımda dikiliyordu.

önümde diz çöküp dikkatlice kollarımdan tuttuğunda beni yavaşça ayaklandırdı. başını hafifçe yana çevirdiğinde "canınızı sıkan olursa halledin," deyip karşıda hareketsiz duran adamlara bakındı. "hiçbiri umrumda değil."

"iyi misin." diye mırıldandığında elimin tersiyle yüzümdeki yaşları temizledim. ne olumlu ne de olumsuz bir cevap verdim. iyi değildim ama kötüyüm demek de istemiyordum. başımı bitkince yana yatırdığımda gözlerim karşımdaki nefes nefese kalmış ikiliye değdi. suratlarının halini gördüğümde bir kaç damla daha aktı. alt dudağımı ısırdığımda göğsümde hissettiğim vicdan azabı ve hala bedenimde hissettiğim dokunuşlarla gözlerimi yumdum.

kendimden, acizliğimden ve bedenimden nefret ettim.

arka tarafta kaçmaya çalışan bir yüze takıldım sonra. nefret duygum katlandı. neden kendimden ve bedenimden nefret etmem gerektiğini düşünüp durdum? bu duyguları bana hissettiren o şerefsiz değil miydi? neden kendi kendimi cezalandırmalıydım?

Joy'un sağ elindeki silahı tek hamlede çektim. adam olduğu yerde kalakaldığında onun beni durdurmasına izin vermeden hızlıca adımlamaya başladım. Sehun geçti karşıma. "hayır." diye soludu.

başımı hızlıca sağa sola salladım. "çekil." diye mırıldandım. "bırak gitsin." dedi Jongin. gözlerimi ondan yana çevirdim. beni anladığını biliyordum. hissettiğim onca şeyi bildiğini biliyordum.

"Jongin sus." diye bağırdı Sehun. "Jennie bana bak, o adamı vurduğunda hiçbir şey düzelmeyecek. çektiğin vicdan azabı iki katlanacak sadece. yine kendin suçlayıp duracaksın." diye ekledi. beni sakinleştirmeye çalıştı.

zihnimin içindeki kargaşadan sağ çıkmak istedim sadece. duyduğum farklı farklı sesler, söylenen farklı şeyler, yapılan farklı suçlamalar. hepsi bendim ama aynı zamanda hiçbiri ben değildim.

gözlerimi yumdum. titreyen ellerimi durdurmaya çalıştım. yaşadığım her şey çok ağır geldi. gecenin bilmem kaçında, hayatımda ilk defa bulunduğum bir sokakta, dakikalar önce beni taciz eden adamın tekini vurmak için verdiğim bu savaş bana çok ağır geldi. dudaklarım kıvrıldı. sonra dişlerimi gösterdim onlara. içimden geldiği gibi güldüm. gözlerimi bir an olsun açmadan, yaşadıklarıma güldüm, o adamı öldürme isteğime güldüm, hissettiklerime güldüm.

seslerden en gürültülüsüne tutundum bir kez daha. susmasını istedim sadece.

sonra gözyaşlarım tekrar ıslatırken göz pınarlarımı yasladım silahı başıma.

bir iki adım uzaklaştım ondan.

"her şey çok ağır." diye fısıldadım. üzerimdeki tişörtün omuzlarını çekiştirip bedenimdeki morlukları gösterdim ona. "baksana Sehun. bu morlukların ne zaman olduğunu, kimim yaptığını hatırlamıyorum bile." dedim. "katlanamıyorum, yaşadığım bu hayata katlanamıyorum. ben bilmiyorum, hiçbir şey yapmadım. tanımadığım biri bana sevdiğim kişiler için çabalamamı söyledi. işte buradayım, Jongin için çabalıyorum, Haechan için çabalıyorum. ama olmuyor. işler yoluna girmiyor bir türlü."

nefes nefese kalırken öne doğru eğildim biraz. saatlerdir durmadan akan göz yaşlarım bu kez de yalnız bırakmadı beni. ellerimi iki yana açıp kendimi gösterdiğimde "yapamıyorum. baksana. ölüyorum." diye bağırdım.

Jongin'in üzerime doğru attığı adımları hissettim. sessizce yaklaşıp yanıma, çekip elimdeki silahı, beni kurtarmasını istedim içten içe.

ama aklım bulanmıştı bir kere kanlı düşüncelerle. birincide kurtaramamıştı, ikincide kurtarsa neye yarardı?

elini havaya kaldırdığında bir silah düştü avuçlarının içine. sehun'u geçip tam karşımda durduğunda dayadı silahı göğsüne. yaşlı gözlerim korkuyla aralandı. biraz da sinir hissettim yaptığı şeye karşı. kaşlarım çatıldı.

"kaç ceset bırakmak istersin ardında?"

üzerime doğru sert bir kaç adım attı. "şu şerefsizi de alalım mı yanımızda?" diye bağırıp arkasına döndü ve hala orada dikili kalan adama rastgele ateş etti. acıyla bağırdığında eli omzuna gitti. gözlerimi ondan çekip karşımdaki bedene çevirdim. burnumu çektim bir kere. başımı dikleştirdim.

"ben bir kere geçtim o kapıdan Jongin. ölüm beni korkutur mu sanıyorsun?"

silahı tutuşunu düzeltti. "birlikte demiştik Jennie. ya birlikte yaşarız ya da birlikte ölürüz. bu kadar istiyorsan ölmeyi çek tetiği, gidelim birlikte."

silahı tutan parmaklarım sıkılaştı. ağlayışım hızlanırken başımı sağa sola salladım hızlıca. "yapamam mı sanıyorsun?" diye bağırdım.

üzerime bir kaç adım daha attığında eğildi üzerime doğru. yüzlerimizi birbirine sabitleyip "yap o zaman." dedi. "yapsana, neyi bekliyorsun? kıy canımıza. kendi canın endişelendirmiyor seni, çek tetiği öldür beni de." diye bağırdığında terleyen avuç içini eşofmanıma bastırdım.

onu gözden nasıl çıkarırdım? nasıl böyle bir duruma sokardı beni? anlamıyor muydu? soluk alıp verişlerimin beni her geçen gün nasıl da tükettiğini göremiyor muydu?

elimdeki silahı dönüp hızla duvara fırlattığımda "yapma. bunu bana yapma." diye bağırdım. elindeki silahı çekip aynı şekilde duvara fırlattığımda "sikeyim! nasıl izin veririm canına kıymana?" diye ekledim.

ona arkamı döndüğümde, kollarını sardı omuzlarıma. yere yıkılmak istedim. başımı ona yaslamak, ona güvenmek, onunla yaşamak ve onunla ölmek istedim. ama daha çok yaşamak istedim.

henüz yirmili yaşlarındaydık biz. birbirimizden koparılmış, birbirimize hasret geçirmiştik yıllarımızı. tutamadan ellerimizi, kavuşturamadan dudaklarımızı nasıl ölebilirdik? ölmeyi nasıl hak edebilirdik?

||

flower garden || jenkaiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin