Keyifli Okumalar...
Tahta kapının tanıdık gıcırtısı ölü sessizliğindeki evin içerisine yayıldığında Pınar'ın istemsizce gözleri dolsa da kendisini toparlayıp sessiz eve adımını attı. Valizini ve çantasını kapının kenarına bıraktıktan sonra kapıyı kapatmak için arkasını döndüğünde bakışları kaçamak gözlerle kendisini seyreden kadınları buldu. Dudağının bir kenarı acı bir tebessümle yukarı kıvrıldığında herhangi bir şey söylemeden kendisine bakan kadınların yüzüne adeta kapıyı kapattı.
Kapıyı kapatıp sırtını kapıya yasladığında aklına eski günler gelmişti yine. Kendi yüzüne kapanan kapıları hatırlayınca ürperdi ve başını dikleştirerek bakışlarını evin içerisinde dolaştırdı. İki odalı bu küçük köy evinde ne çok anısı vardı. Hüzün ve mutluluğun, acı ve korkunun ortaklaşa yan yana yürüdüğü o anıları hatırlamak mı daha iyiydi yoksa silmek mi? Silmek? Mümkün müydü? İnsan istemediği anıları silebilir miydi?
Pınar, kendi aklında dolanan bu soruya karşılık gülümsedi. Silebilseydi, çoktan yapardı. Ama olmuyordu, hatırlamak diye bir lanet vardı. Kendisine göre bir lanetti öyle ki bazıları bunu bir lütuf sayardı ama Pınar elinde olsa her şeyi beyninden silip atar ve yeniden başlardı. Hapiste kaldığı günleri siler miydi? Çektiği eziyetlerin, acıların yanı sıra hapiste yaşadığı onlarca anıyı siler miydi? İlk defa kendini bulduğu o yeri unutur muydu sahiden? Pınar'ı Pınar yapan nokta o hapishaneye girdiğinde başlayan zaman mıydı yoksa çocukluğunu da peşine takmış mıydı?
Her zaman, her yerde aklında onlarca soru olduğu gibi yine kafasının içinde bir soru kasırgası vardı. Diğer insanlar da kafasının içerisinde kendisiyle bu kadar konuşuyor muydu? Bazı zamanlar vardı ki Pınar, deli olduğunu düşünme noktasına bile geliyordu. Kendi kendine konuşuyor, kendi kendine cevap veriyordu. Kendinden başka kimi vardı ki zaten konuşacak?
Bir anda kafasının içerisindeki bu sorulardan kurtularak silkindi ve kendisini toparladı. Artık hapishanede değildi, toparlanmalı ve kendisine bakmalıydı. Önüne yemek koyacak biri yoktu. Kapının girişinde durmaya bir son vererek hemen yandaki küçük mutfağa geçti.
Tahta, açık rafların üzerinde toz ve örümcek ağı bağlamış tabak çanaklar evin kimsesizliğini gözler önüne seriyordu. Beyaz, eski buzdolabına girerek kapağını açtığında yüzünü buruşturarak geri kapattı. Geriye kalan malzeme de çürüyüp gitmiş ve küf bağlamıştı. Bir insanın kulu da el atmamıştı eve. Farelerin, küfün ve tozun insafına terk edilmişti bu ev.
"Aynı ben gibi..." Sesi evin içerisinde yankılandığında buzdolabının kapağında duran elini çekip derin bir nefes aldı. Kırmızı, yeşil, siyah, gri ve daha onlarca rengin içe içe girdiği halının üzerindeki ayaklarına baktı. Halılar da yıkanmalıydı, her taraf pislik içerisindeydi. Annem olsa diye düşündü kısa bir an...Annem olsa her taraf tertemiz olur, yemek kokusu sarardı bu mutfağı.
Yoktu ve Pınar bu yok kelimesini defalarca tekrarladı. Bunu artık anlamalı ve kafasına sokmalıydı, kimse yoktu. Yalnızdı, küçükken korktuğu o yalnızlığa esir olmuştu sonunda. Zaten insan ne zaman bir şeyden korksa hep onun kucağına düşmez miydi?
Mutfaktan adeta ayaklarını sürüyerek çıktı ve hemen yan odaya girdi. Tek yatak odasıydı. Duvarın bir köşesine yığılmış ve üzeri çarşafla örtülmüş döşek, yorgan yığınına, tahta vitrinin camlarından görünen birkaç tabak ve kahve fincanına, pislikten beyaz rengini kaybeden sade perdelere baktıktan sonra bu odadan da çıktı. Eskiden nefret ederdi bu odaya girmekten ama şimdi sadece bu odada yatıp kalkacaktı. Bu oda artık onundu.
Evde geriye kalan tek oda olan oturma odasına girdi ve üzerinde annesinin örttüğü beyaz örtülerin olduğu iki koltuk takımına, pencerenin altındaki sehpaların üstünde duran eski radyoya ve bir köşedeki sobaya baktı. Sanki her şeyi ilk defa görüyormuşçasına inceledi. Oysa, hapishanede geceleri gözlerini kapatıp her köşesini ezberlediği bu evin odaların da ne çok gezinmişti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
BİR ADIM
General FictionHapisten yeni çıkmış bir kız... Köyde sınıf öğretmenliği yapan bir adam... Birbirinden farklı bu iki insanın bir araya gelmesinin hikâyesi.