Mektup (6.Bölüm)

151 32 403
                                    

Bazen anlamıyordun, bazen anlamlandıramıyordun. Kalbinin atış hızı ses duvarını yıksa da sen bir köstekli saatin ömrünü tamamlandığı noktada sıkışıp kalıyordun. Ölüm de böyle miydi? Felaketleri yaşarken ruhunun sessiz kalabilmesi miydi? Ölüm felaket miydi? Ölen için belki ama yarısı dolu kitabına ismini yazdıranlar için öyleydi, felaketti.

Ölüm neydi? Bilmiyordum, daha önce ölmemiştim. Ölene de sorma fırsatım olmamıştı ama ölüm de tıpkı aşk gibi, her insan için farklı bir terimdeydi. İnsanların korkuları aslında bir ölümdü. Korkularsa büyüdükçe kazanılan bir şeydi. Çocukların aksine gerçek cadılardan, gerçek şeytanlardan korkardın.

Korkuyordum. Hem de çok ama ne cadılar ne de şeytanlardan. Korkuyordum henüz açmamış kanatlarımın kopartılmasından. Başarısızlıktan korkuyordum. Başarısızlığın getirdiklerinden, önüme sunduklarından korkuyordum. Kafesi açamamaktan korkuyordum.

Ama inanıyordum da, ve inancım korkumun üstündeydi.

Güneşi sevmeme rağmen sabah olsun istemezdim. Çünkü karanlığı daha çok severdim. Çünkü karanlık bendim.

Onca gürültüye rağmen yutkunuşumun kulağımda bıraktığı iz derindi. Önümde bir gürültü vardı ve ben gözlerimi kapattığımda oradan soyutlanamıyordum. Arkamı dönüp o günün sabahına, sırasında öylece kendini soyutlayan Mehir'e baktım. bu kadar benzerken nasıl bu kadar ayrı olmayı başarmıştık? Anlayamadığım bir başka şeydi.

Yüzümdeki fondöten öyle ağırdı ki sanki başka birinin yüzünü taşıyormuşum gibi hissettiriyordu. Zaten öyleydi. Aynaya baktığım da gördüğüm o kişi ben değildim. Gözlerim olmasaydı buna kendimi inandırabilirdim. Bir kez daha yutkunurken kolumu kaldırıp bileğimdeki pahalı olduğu her halinden anlaşılan saate baktım. Çağman'ın yengesine aitti. Zevkli bir kadın olmalıydı ama aynı zamanda biraz gösteriş meraklısı.

Gözlüklerin ardından önümdeki hastaneye baktım. Ne çok büyük bir yerdi ne de küçümsenecek kadar bir yer. Ağırlığı kadar bir yük taşıyormuşum gibi hissediyordum. Henüz annem içeride değildi. Ama geleceğini biliyordum. Ne olursa olsun insanların sağlığına çok önem verirdi. Nasıl bir haldeydi? Üzgün müydü, üzülmüş müydü? Onu görecek olmanın verdiği duygu kalbimin ortasına açılmış bir yarık gibi hissettiriyordu. Kalbim kanıyordu. Ve bir gün kalbimin söküğünü dikmiş olsam bile dikiş izleri benim ebediyetim kadar yaşayacaktı. Bu anlar asla geride kalmayacaktı. Bu anlar hep bugün olarak kalacaktı.

Saat tam 3.30 olduğunda topuklu ayakkabıların yerde bıraktığı yankıyla beraber hastaneye girdim. Kendine has o koku burnumdan içeri doluştu. Bekleme sırası boştu ancak yan tarafımdaki koridorun sonunda büyük bir kalabalık vardı. Bir bebeğin şiddetli ağlayan sesi tüm katı sarmıştı. Bebeği göremedim ama sesi buradaydı. Çok acı çekiyor olmalıydı.

Veznede ki bir kadın kafasını kaldırıp hastanenin ortasında duran bana baktı. Beni tanıyabileceğini düşünmüyordum çünkü gerçekten Asel beni, benim bile tanıyamayacağım biri haline getirmişti. Kadına yavaşça gülümseyip merdivenlere doğru ilerledim. Sarı, maşayla bukle haline getirdiğimiz peruğum ben yürüdükçe hopluyordu. Bunu sevmiştim. Hoş görünüyordu.

Yavaşça dönen merdivenleri tırmanmaya başladım. Yanımdan ağzına örttüğü peçeteye öksüren bir adam geçti. Öyle görünüyordu ki elimi uzatıp o adamın acısını almak istedim. Gözlerimi bile doldurabilirdi bu görüntü. Düşünmeyi kestim. Düşünmemeliydim çünkü onun için yapabileceğim tek şey dua etmekti. Benimde onun duasına ihtiyacım vardı.

2. kata geldikten sonra kontrollü yürüyüşümü sürdürdüm. Her şey o kadar planlıydı ki, adımlarımın saniyelerini bile hesaplamıştık. Tüm gecemizi buna vermiştik. Her detayını konuşmuş her detayı için ayrı beynimizi yormuştuk. Hata lüksü yoktu, çünkü bu oyun için ikinci bir şansımız olmayacaktı. Koridorun sonunu döndükten sonra diğer koridora girdim. Bu koridor önceki koridora göre boştu. O yüzden biraz daha rahat hissediyordum. Ama zaten bunu da biliyordum. Annemin salı günü nöbetlerine geldiğimde bu koridor hep boş olurdu.

AGMENHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin